• Düşünce,  Müzik,  Sanat

    Müziği Kutsamak ile Müziği Doğru Değerlendirmek Arasındaki Fark

    106 kere okundu


    Müziğin Negatif Amaçla Kullanımı, Öfke ve Şiddet Duygularını Uyandırma Eğiliminin de Olması ve Saldırmadaki Etkisi

    Daha önce müziğin tek başına -ifademle- “nötr” oluşuna, yani iyi veya kötü amaçla da kullanılabilme potansiyeli olduğuna vurgu yapmıştım. Bir araç olan müziğin, bu yüzden tek başına “iyiliğe” veya “kötülüğe” sevk etmesinden söz edilemez. Hangi amaçla, hangi araçla, hangi ortamda kullanıldığına/üretildiğine ve arkasında var olan fikre göre bir hizmette bulunur müzik. Onu dinleyen bilinçlerdeki -önceden mevcut veya müzikle aktarılan- fikir ne ise, müzik o fikri pekiştirip destekler. İyi şeylere hizmet etmek için doğru kabullere, doğru fikirlere, doğru araçlara muhtaçtır. Bu durum, diğer sanat dalları için de geçerli.

     Müziğin, iyilik/güzellik için bunlara muhtaç oluşunun önemli delili, öfke ve şiddeti uyandırabilme yeteneğinin de olması ve ayrıca savaşlarda da bu amaçla kullanılmış olmasıdır. Bu yazıda, pek çok değerli bilgiyi barındıran bazı makalelerden kısa alıntılar yaparak konuyu özetleyeceğim.

     Adnan Menderes Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Geleneksel Türk Müziği Bölümü’nden Doç. Dr. Mustafa Oner UZUN ve Dr. Öğr. Üyesi Hülya UZUN’un hazırladığı “Müzikte Şiddet-Şiddette Müzik” başlıklı makalede, müziğin bazı etkileriyle ilgili olarak şunlar belirtiliyor:

     “Müzik insan beyninde sevgi, öfke, korku, coşku vb. duyguların yönetildiği yer olan limbik sistemi harekete geçirmede önemli bir işleve sahiptir.”

     “Müzik; sevgi, coşku, merhamet gibi olumlu davranışlara kaynaklık ettiği gibi; öfke, korku, kaygı vb. olumsuz davranışlara da kaynaklık etmektedir.”

     “Savaşlarda şiddetin arka plan müziği olarak kabul edebileceğimiz marşlar, karşı tarafa yani düşmana saldırma, yok etme veya saldırılara karşı korunmayı pekiştirici de olabilmektedir.”

     “Müziğin şiddeti içermesinin ve şiddet için bir araç olarak kullanılmasının altında yatan sosyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel etkenlerin neler olduğunun tespiti ve önlenebilme, ya da daha aza indirgenebilme olasılığının, disiplinlerarası çalışmalar ile ortaya konulması önerilmektedir.” [1]

     Bir Antik Yunan enstrümanının kullanım amacının incelendiği bir makalede ise müziğin savaştaki etkisi şöyle ifade ediliyor:

     “Müziğin etkilerinin kanıtlanmış olmasıyla birlikte antik dönem toplumları için şunları söyleyebiliriz. Müzik dinletisiyle savaşa gitmeleri esnasında öfke, coşku ve heyecan duygularını harekete geçirmesinin yanında geçmiş yıllarda yaşamış oldukları askerî sıkıntıları da bu duygulara eklemeleriyle, askerlerin rakiplerine korkusuzca saldırmalarını bekleyebiliriz.” [2]

     Aynı çalışmada müzik-duygu araştırmalarının ulaştırdığı sonuç, şu netlikle belirtiliyor:

     “Günümüzde müzik ve duygu konulu yapılan araştırmalar, müziğin insanlarda var olan şiddet duygusunu uyandırma eğilimine de sahip olduğu sonucuna ulaşmıştır.”

     Bireylerin gündelik yaşamda dinlemeyi tercih ettikleri müziğin, öfkelerine ve psikolojik durumları üzerine etkisinin olup olmadığının saptanmaya çalışıldığı, çok detaylı ve değerli verilerin açıklandığı bir çalışmadan ortaya çıkan sonuçların bu yazıyı ilgilendiren özeti de şu şekilde:

     “Müziğin insanlar üzerine olumlu ve olumsuz etkiler oluşturma özelliğinin olduğu araştırma sonucunda görülmüştür.” [3]


    Müziği ve Diğer Sanatları Kutsamanın Sonuçları Ne Olur?

    Müzik ve tabii ki diğer bütün sanat dalları her amaçla kullanılmaya müsait bir özgürlüğe, serbestliğe sahiptirler. Bu, iyi sonuçlanacak şekilde kullanımlarını mümkün kıldığı gibi, topluma zarar verebilecek şekilde kullanımlarını da mümkün kılmaktadır. Bütün bu aktarılan bilimsel ve mantığın ulaştırdığı sonuçlara göre müzik ve diğer sanat dallarıyla üretilen eserleri tamamıyla onaylamak, sağlıklı, temiz ve iyi bir toplumun olmasını hedefleyenlerin yapamayacağı bir şeydir. Müzik ve diğer sanat dallarını kutsamak, yüzeysel ve akıl dışı bir davranıştır.

     Müziği ve diğer sanatları doğru yönlendirilmeye muhtaç birer araç olarak görmek yerine onları kutsamanın ardındaki psikoloji ayrıca incelenebilir, fakat bunun nasıl felaketleri doğuracağı ortadadır. Bu araçları “her şeyin çözümü” gibi sunmak, hem düşünme eksikliğinin bir sonucudur, hem de insanları düşünülmesi gereken önemli gerçeklerden “şirin” bir görünümle uzak tutma niyeti taşımaktadır. Muhtemelen bu tip insanlar sahip oldukları ideoloji sebebiyle, bir araç olan sanatı, zihinlerin yönelmesi gereken esas ve büyük meselelerin yerine koymaya çalışarak -ki bunlar aslında sanatı da kapsar- akılları bu hususlara kapatmaya çalışmaktadır.

    Doğru değerlendirmek yerine, sanatı kutsama konusunda ısrar edecek olanların, birçok sanat eserini dışlayan bir biçimde yeni bir müzik ve sanat tanımı yapması gerekir. Çünkü ancak bu tanımı yaparlarsa zalimlikten belki kurtulabilirler. Fakat bu tanımı yapmaları durumunda da kendi kafalarına göre birçok eseri “sanat dışı” olarak etiketlemiş olacaklardır ki kendilerine “kime sordunuz da dışladınız?” şeklinde haklı bir soru yöneltilir. Özetle bu durum, tuhaf felsefi çelişkiler doğurur.

    Bu yüzden hep daha çok düşünmek ve ondan sonra konuşmak gerekli diyorum. Çelişkiye ve gülünç duruma düşmemek ve topluma gerçekten faydalı olmak için de ciddi düşünmeye ihtiyacımız var.

    Onur Mustafa Ezber


    Kaynaklar:

    [1] UZUN, M. O., & UZUN, Ö. Ü. H. MÜZİKTE ŞİDDET-ŞİDDETTE MÜZİK Öz.

    [2] İkibeş, S. (2021). ANTİK HELEN ENSTRÜMANI AULOS VE ONUN ASKERİ ACIDAN İNCELENMESİ. Balkan Müzik ve Sanat Dergisi3(1), 73-88.

    [3] Sezer, F. (2011). Öfke ve psikolojik belirtiler üzerine müziğin etkisi. Uluslararası insan bilimleri dergisi8(1), 1472-1493.



  • Düşünce

    Müzik Ne Değildir?

    69 kere okundu

    Bu, müzik üzerinde düşünmeye teşvik amacıyla yazdığım bir sorgulama yazısıdır.

    Müzik, sadece amaçla şekillenen bir araçtır ve kimseyi yargılamak gibi bir özelliği yoktur. Yeryüzünde farklı fikirlere sahip her türlü insanın müzikle bir şekilde, az çok ilgilenebilmesinin sebebi de budur. Kaba ifadeyle; önüne gelen müzik yapabilir, iyi insan kötü insan seçmez/seçemez.

    Yetenekli-yeteneksiz ayrımına da inanmadığımı sıklıkla ifade ederim ve bu yakıştırmaları yüzeysel bulurum. Her insan müziğe yeteneklidir, nasıl yetenekli olmasın ki konuşurken bile müzik yapmaya muhtaç! Tabi biz “müzik”ten ne anlıyoruz veya birkaç müzik kültürü/türü ile mi onu sınırlandırıyoruz bunu sorgulamamız lazım.

    Müziğe en uzak görülen insan bile en azından konuşurken fark etmeden farklı sesleri ve belli zamanlamalarla çıkartarak cümlelerinin anlamını netleştirir; mesela “ben müzikten nefret ederim” derken bile müzik yapmış olur. Çünkü buna mecburdur. Tespit etmekte zorlanacağımız kadar farklı sesleri kullanmıştır, hatta sadece tek bir sesle söylemek için kendini zorlasa bile yine müziğin bir parçası olan ritmi kullanmak zorunda kalmış olur. Müzikten kaçamaz, bunları terk ederse mesajı anlaşılmaz. Dilin, kağıtlara yazılmayan parçasıdır müzik. Konuşma sırasında müzik öyle doğal yapılıyor ki zamanla, yönlendirici küçük ek işaretlerin yazımı bile kaldırılıyor, çünkü zaten öyle seslendirilmesi gerektiği bilinir oluyor.

    Müzikle herkes iç içedir ve onu bir araç olarak kullanır. Fakat genelde, mesajını iletmeye çalışırken sesleri farklılaştırıyor olduğunun farkında olanları ve sesleri diğer insanlara göre daha yalın kullananları anlatmak için “müzisyen” kelimesini kullanıyoruz.

    Müzik hakkında herkes kendi bulunduğu noktaya göre farklı şeyler söyleyebiliyor. Onun hakkında bir şeyler söylemek, onu tanımlamaya çalışmak bile araç edinilebilen bir şey. Bu yazıda değinmek istediğim esas nokta da burası. Müziği tanımlamaya çalışırken gerçekten sadece müziğin ne olduğunu mu düşünüyorsunuz, yoksa onunla beraber olmasını istediğiniz fikir, davranış, hal, hayat tarzı ve ortam ile bütünleşmiş bir şeyi mi kastediyorsunuz “müzik” derken?

    Müzik hakkında bir şeyler söyleyenler, oturup “müzik nedir?” diye düşünüp eksiksiz ve çelişkisiz bir sonuca ulaşmış da mı konuşuyordur? Yoksa tanımladıkları şey tek başına “müzik” değil de, içinde müziğin de olduğu bir paket mi oluyor? Bunu ifade etmese bile müziği o zannediyor; müziği, onun yanında hayal ettikleriyle ayrılmaz bir bütün zannediyor.

    Müzik hakkında kendimce daha önce tanımlamalar yapmaya çalışmıştım ama bu yazının konusu “müzik nedir?” gibi derin bir mesele değil, daha yüzeysel bir mesele, içinde bir çocuğun bile ortaya koyabileceği tespitleri içeren bir mesele; müzik ne değildir? Müziğin ne olmadığıyla ilgili bu basit ama maalesef yine de gerekli tespitleri yaptıktan sonra ancak müzik nedir diye düşünmeye başlayabiliriz. Konuyla ilgili olarak aşağıdakilerden daha fazla örnek verilebilir, fakat günümüzde ve özellikle toplumumuzda müzikle en çok yapışık algılandığını düşündüklerimi vurguladım. Üzücü ki bunları belirtmeye bile ihtiyaç var. Düşünerek bu 1. basamağın aşılabilmesi gerekiyor ki ötesine geçebilelim.

    * Müzik, şarkı söylemek değildir. > Fakat müzikle beraber bir takım sözler de söyleyebilir ve dolayısıyla şarkı söyleyebilirsiniz.

    * Müzik, eğlence işi değildir. > Müzik bir eğlence aracı olarak kullanılabilir, fakat onunla eğlenilme zorunluluğu yoktur. Her insan kendi kapasitesine göre iç dünyasında müziği farklı değerlendirebilir.

    * Müzik, dans etmek değildir. > Müzik eşliğinde tercihe göre bir takım hareketler yapılabilir ve yine tercihe göre bu hareketler insanlara gösterilebilir. Fakat müziği, böyle hareketler yapıp gösterme amacıyla kullanmayı tercih etmeyen veya hoşlanmayan biri, müziği daha şuurlu ve içten hissederek onu topluma faydalı hale getiren bir müzisyen olabilir.

    * Müzik, klasik batı müziği değildir. > Klasik batı müziği, bir okyanusun, belli dizilimlere bağlı küçücük bir parçasıdır. Klasik batı müziğini tamamen terk eden birini yine sonsuz çeşitlilikte, üretilmiş ve üretilebilecek eser beklemektedir.

    * Müzik, belli bir fikri ve belli bir hayat tarzını zorunlu kılan bir şey değildir. > İstisnasız her fikre sahip ve her karakterde insan müzik yapabilir.

    * Müzik, iyilikler getiren kutsal bir şey değildir. > Müziği kullanarak insanlara niyetinize göre iyilikler yapabilir, hatta belki şifa aracı olarak kullanabilirsiniz. Fakat müzikle insanları rahatsız da edebilirsiniz. Hatta savaşlarda karşı tarafla mücadele etme, dolayısıyla öldürme konusunda cesaretlendirmek için de askerlere belli müzikler dinletilebilmektedir.
    Bununla beraber, müziğin bazı sözlerle birleştirildiğinde nasıl intihar olaylarına sebep olabildiğini bu ülkede de gördük. Niye gördük? Düşünüp sorgulayalım diye gördük…

    Onur Mustafa Ezber

  • Düşünce

    KLASİK SORU; “MUTLULUK NEDİR?” VE MUTLULUK TANIMIM ÜZERİNE BİR SORGULAMA

    157 kere okundu


    Zaman zaman size de yönelmiş bir biçimde karşılaştığınız bu soru, her ne kadar yeterli ciddiyetle sorulmayan bir hale dönüşmüş gibi gözükse de belki de insanı ilgilendiren en önemli soru. Çünkü kim ne kadar inkar ederse etsin, aslında herkesin tek amacı mutlu olmak. Fakat elde etmeye çalışma yolları farklı. Mutluluk, esas hedef olmasına rağmen neden sanki tanımı bilinmiyormuş ya da anlaşılamamış gibi bu soru dolaşır insanlar arasında?

    Bir de esas hedefimiz bu değilmiş gibi bir hale sokarız kendimizi, kendimize fiziksel veya psikolojik zorluk veren şeyleri bile bile yaparak. Fakat bunun da esas amacı yine mutlu olabilmektir. Neden mutluluğun yolu bazen zorluk/acı çekmeye kadar uzanabiliyor? Bu ruh haline ulaşmanın, neden bu kadar farklı yolları olabiliyor?

     Bizim için belli şartlar oluştuğunda ulaştığımız ruh halini, 5 duyu aracılığıyla iletişim adına “mutluluk” kelimesiyle ifade ediyoruz.  “Mutluluk” kelimesi ile hangi halimizi özetlemeye çalışıyoruz?

    Mutluluk artışını, beklenti azlığına bağlayanlar olmuş. Mesela Hint kökenli Kanada doğumlu kişisel gelişim ve liderlik uzmanı Robin Sharma’nın şu sözü aktarılır sık sık: “İnsan beklentisi kadar mutludur. Formül: sıfır beklenti, sonsuz mutluluk.” Buradan yola çıkarak da beklentileri sınırlamak, azaltmak önerilir. Peki gerçekten insanların beklentilerini sınırlaması, hatta sıfırlaması mümkün mü pratikte? Ya da kaç kişi için mümkün? Bazen bize göre yokluk içinde yaşayan Afrikalı çocukların mutluluğu buna delil gösterilir. Robin Sharma’nın sözünün veya benzerlerinin reddini yapmıyorum, sadece farklı bir noktaya dikkat çekiyorum. Bu paragrafı şu soruları sorarak bırakmak istiyorum: “Beklentilerimiz” gibi gözüken şeyler gerçek beklentilerimiz mi yoksa itiraf edemediğimiz gerçek beklentilerimiz için bir araç olmasını umduklarımız mı? Acaba esas beklentimiz hiç değişmiyor da, o esas beklentiye aracı olacağını düşündüğümüz şeylerin türü değişiyor ya da sayısı mı artıyor veya azalıyor zaman zaman?

    Benim mutluluk tanımım şöyle:

    Mutluluk, kişinin kendini haklı hissetmesidir.

    Bunu diğer bir ifade ile; mutluluk, kişinin içinde yerleşik olan “adalet” ile çelişkiye düşmemesidir
    şeklinde de ifade edebiliriz.

    Neden mutluluğun gerçek tanımının bu olduğu sonucuna varıyorum? Bu soruya bir kitap yazacak kadar uzun da cevap verebilirim ama kısa ve net örneklerle, aklımdaki tespitleri toparlayabilirsem bu yazıda anlatmaya çalışacağım.

    Bunu ifade ettiğimde bazen “mutluluk, kişinin haklı çıkmasıdır” şeklinde yanlış anlaşılabiliyor halbuki bunu söylemiyorum, dediğim tam olarak şu; “mutluluk, kişinin kendini haklı hissetmesidir”, ikisi arasında çok fark var. Burada kişinin herhangi bir tartışmada haklı çıkmasından bahsetmiyorum, herhangi bir tartışmayla alakası yok, böyle basit yüzeysel bir şey değil; konu, kişinin ne hissettiği.

    İnsanlar ömürleri boyunca haklılık hissini elde etmek için gayret ederler ve kendi veri tabanlarına göre kendilerini haklı durumda, yani “doğru yolda” hissettiklerinde “mutlu” olurlar. Fakat esas hedef olan bu his, buna birer aracı olan olaylar/düşünceler arasında örtüldüğü için mutluluklarının bundan kaynaklandığını açıkça tespit veya itiraf etmez insanlar.

    Hatta bu hissi, kendilerini kandırarak elde etmeye çalışanlar da vardır. Kendilerini haklı hissetmek için görmek istediklerini görürler, düşünmek istedikleri gibi düşünürler, diğerlerine gözlerini/kulaklarını kapatırlar.

    Bir şeyleri yanlış yaptıklarını düşündükleri zaman 2 seçenekleri vardır; ya vicdan azabı çekmek, ya da kendilerini haklı olduklarına inandırmak için çeşitli telkinleri oluşturmaya çalışmak. Vicdan azabı çeken, haksızlığını itiraf etmiştir ve doğru olan ne ise onları yaparak haklılık hissine ulaşmaya çalışır. Diğeri ise kendisinin haklı (doğru yolda) olduğuna kendisini inandırmak için telkinlere sığınır. Bu telkinleri ya kendi kendine yapar, ya da “yakınım” dediği kişilere bir şekilde yaptırmaya çalışır. Kimisi bunun için saatlerce “yakını” ile sohbet eder, yaşadıklarını anlatır. Üstü örtülü “sen haklısın” mesajını alana kadar içini döker. Bu hissi aradıklarını bildiğiniz için belli durumlarda sohbet ettiğiniz çoğu kişiye, empati yaparak “çok haklısın” ya da “sen de haklısın” demiş olmanız, bu anlattığımı özetliyor.

    “İnsanlar ömürleri boyunca haklılık hissini elde etmek için gayret ederler” ifadem çok “aşırı” veya “gereksiz genelleyici” gibi duruyor olabilir fakat bunun, gerçeğin kendisi olduğunu düşünüyorum, sadece ispat ve itiraf etmesi zor. Zorluğunun sebebi; fiil ve düşüncelerinin ardındaki derinliğe inmek isteyen samimi insan sayısının az olması. Haklı hissetmenin yollarını çoğunlukla kendimizden bile gizli şekilde ararız.

    Belli bir yaşa geldikten sonra; Bu hissi elde etmek için okula gideriz, bu hissi elde etmek için okuldan kaçarız, bu hissi elde etmek için işe gideriz, bu hissi elde etmek için işten kaçarız, bu hissi elde etmek için; kavga ederiz, insanları barıştırırız, çocuk sahibi oluruz veya çocuk sahibi olmak istemeyiz, profesör oluruz veya akademisyenliğin sınırlayıcı olduğunu düşünürüz, sanat, bilim ile ilgileniriz, çevre ediniriz veya yalnızlığı seçeriz, bu hissi elde etmek için araba, ev, eşya alırız veya yine bu hissi elde etmek için fakirleşene kadar bütün malımızı insanlara dağıtırız vs… Hatta bu dediklerimi eksik anlayıp, “hayır ben haklı hissetmek için yaşamıyorum” diyebilecek olanlar da yine bu hissi elde etmek için bunu söylerler.

     “Haklı hissetmenin” açılımı yukarıda da ifade ettiğim gibi, insanlara karşı haklı çıkmak falan değil, daha derin ve içimizde yerleşik bir histen bahsediyorum. Tersten düşünürsek bu; suçluluk duymamaktır. Geçmişe dönüp baktığımızda kendi bilgimize göre “tamam ben haklıyım”, “doğru bir hayat yaşadım” dediğimizde mutlu hissediyoruz.

    “Haklı hissetmek” istemenin temelinde evrensel ve kaçılamayan “adalet” kavramı var. İçimizde yerleşik olduğunu belirttiğim kavram bu. Bir hırsız bile kendini kandırarak çalar, yani herkes kendi yaptığını meşrulaştırarak yapar. En büyük zalimler, yaptıklarını meşrulaştırarak yaparlar. Haklılık hissini kendilerini kandırarak elde etmeye çalışanlar ya yeni veriler edinerek, ya sorgulamalarını baskılayan şartlanmalara tutunamayacak hale gelerek ya da zamanın getireceği ‘zorunlu geniş açıdan bakma hali’ne ulaşarak aslında haksız oldukları sonucuna ulaşırlar er geç. Ve sonunda “adalet” onları üzer.

    Psikolojide onay görmeyen insanların mutsuzluğu anlatılır sık sık. Oysa yaptıklarının doğru olduğuna tam emin olacak kadar sorgulayıp, iyi niyetle derinleşmiş bir birimin kendisini haklı hissetmesi ve dolayısıyla mutlu olması için onay görmesine de gerek kalmaz. Hatta bazen bize yönelik yapılan onaylar, biz haksız bir hayat içinde olsak da bizi kendimize haklı hissetirmek suretiyle zarar verebilir. Bu yüzden bazen sahip olunan beden güzelliği, zenginlik, güç veya herhangi bir yetenek, insanların bizi (hayranca bakış veya sözlerle) onaylamasına yardımcı olmak suretiyle kendimizi haklı bir hayat yaşıyor zannettirerek dezavantaj haline dönüşebilir. Geçici beden güzelliğini kullanıp şöhret olan nice tip, bu onay bombardımanı yüzünden kendisini sorgulamaz halde musmutlu bir hayat yaşamaktadır; temelsiz/bitecek ve geniş açıdan bakmayı engelleyen bir mutluluk.

    Nadiren de olsa bazen insanların gözünde haksız çıkmaya razı oluruz, ama bunu da yine kendimizi haklı hissetmek için yaparız, çünkü bunun bir üstünlük (erdem) olduğuna kendi içimizde inanmışızdır. “Boşver büyüklük sende kalsın” lafının bu gezegende açığa çıkmış olması, bu dediğimi ispatlamaya kâfi.

    Sanat ile örnek verelim; İnsan, “hüzünlü” bir müzik dinlemeyi tercih edebilen bir varlık. Niye peki, mutsuz olmak için mi? Tabi ki mutsuz olmak için değil. Kişi ağlasa bile o “hüzünlü” müziği mutlu olmak için dinler. “Hüzün” adı takılan şey altında kişi kendisinin haklı olduğu, yani evrende doğru tarafta yer aldığı telkinine ulaşmaya çalışır. Sonuçta o müziğin sonunda suçluluk hissiyle çıkmaz; hayatta çileler çekerek doğru yolda mücadele etmenin getireceği hisse benzer bir hissi müzik aracılığıyla tatmak ister.

    Kendi içinde bir düzen/uyum barındıran ses topluluğu için “müzik” diyoruz, her ses topluluğu için demiyoruz. Kendi içinde bir düzen/uyum barındıran bir bütünü bir fikre temel yapmaya çalıştığınızda bu, o fikri belli bir noktaya kadar da olsa “dayanaklı”, “zemini sağlam” gibi algılattırır.

    Müzik ile ilgileniyor olmamla beraber onun insanın içinde oluşturduğu esas şeyin ne olduğunu da düşünüyorum ve aynı sonuca ulaşıyorum; kişinin kendini haklı hissetmesi. “Hüzünlüsü”, “neşelisi” fark etmez, hepsi kişi de var olanı destekler. Çünkü müzik insanı suçlamaz, yargılamaz, “bu doğru, bu yanlış” demez. Müziğin yaptığı şey; kişinin iç dünyasında mevcut olanı desteklemek/arttırmak, onların doğru olduğunu telkin etmek, pekiştirmek.

    Savaşlar için bile askerlere dinletmek üzere müzikler hazırlanır, neden? Çünkü bu onların haklılık hissini ve dolayısıyla mücadele isteklerini arttırır. Müziğin kullanıldığı her alanı düşünün, hepsi verilen mesajın doğruluğunu pekiştirmeyi hedefler.

    Haksız hissetmemek için sığınılan şeyler vardır; beyni uyuşturmak gibi. Beyni uyuşturan şeylere en basit örnek alkol. Diğer uyuşturucular; sığınılan temelsiz kabuller/düşünceler. Kişiler kendilerini haksız hissetmemek için belli mantıklar kurarak hayatta yaptıklarını meşrulaştırırlar. Daha geniş pencereden bakmayı sürekli ötelerler. Daha çok, kendilerini onaylayan çevre içinde bulunurlar.

    İnsanları suçlama, yargılama, etiketleme veya övme hep kişinin kendisini haklı hissetmek için sığındığı yöntemlerdir. Oysa dediğim gibi adalet içimizde yerleşiktir, bir gün şartlanmalar zorunlu olarak üzerimizden kalkacak ve tablodaki gerçek yerimizi göreceğiz.

    4. paragrafta bahsettiğim esas beklentimiz, işte bu haklılık hissidir. İnsanların gerçekten beklediği; para, ev, araba, kariyer, şöhret, yüksek puan vs. değil, bunların getirebileceği onaylanma (haklı olma) hissidir. Bunları elde edip haksız hisseden kimse yine mutlu olamaz. Ama bunlarsız da olsa kendini haklı hisseden ise mutlu olur.

    2. paragrafta sorduğum; neden mutluluğun yolu bazen zorluk/acı çekmeye kadar uzanabiliyor? sorusunun cevabı da “adalet” kavramında gizlidir. İnsan zorluklar yaşadığında, suçluluk hissetmesine sebep olacak şeyler azalır. Bazen insanların kendilerini cezalandırmalarının sebebi de, yaptıkları yanlışlara karşılık olarak içlerindeki adaletin kendilerini acı çekmeye sevk etmesidir. Böylece haksız hissetme durumundan kurtulmaya çalışırlar farkında bile olmadan.

    Peki gerçekten doğru olanları yaparak, yani gerçekten haklı olarak haklı hissetmenin yolu nedir? Aslında bence sadece iyi niyettir. Bu niyet zaten bize gerçekleri arama, adil düşünme ve bu yolda bedeller ödeme isteğini getirecektir. Bunlar ise mutluluğu.

    Evrende var olmuş sınırlı ve bilinç sahibi bir varlık olan insan, bu bilincini hangi konuya yönelttiğinde adil ve haklı olur?

    Haklı hissetmek için temeller oluşturmaya çalışmak, kendimizi kandırmaktır. Bundan kurtulup, hiçbir boyut ve koşulda değişmeyecek şekilde haklı olmanın yolunu istemek umuduyla…

    Onur Mustafa Ezber

  • Düşünce

    EVRENSEL GERÇEK: HER SINIRLI, VARLIĞI, KENDİNE GÖRE ALGILAR

    199 kere okundu

    İnsanları yargılama, etiketleme, bir kalıba sokma, açıklayabilme çabası; kozalarında mutlu olmak isteyen insanların hastalığıdır. Bu hastalığın kaynağı; kişinin kendi hayat görüşünü ve yolunu meşrulaştırmaya çalışarak iç dünyasında kendini “haklı (doğru yolda)” hissetmeye çalışması, kabulleri-hayat tarzı ile çelişme ihtimali olabilecek hiçbir şeyi çevresinde bırakmamak/yaşatmamak istemesidir.
    Bu isteği, insanları da etiketleyip dünyasında bir yere yerleştirerek rahatlamasını gerektirir.

    Oysa her sınırlı için olduğu gibi insan için de her şey, kendine GÖREdir. İnsanların gerçek niyet, düşünce, kabul, his ve durumlarını tespit edebileceğine kendini inandırmış birim ise bu göreliliği, izafiyeti reddederek; her şeye hakim, sınırsız bilgi ve kapasiteye sahip olduğu iddiasında bulunmuş olur üstü kapalı şekilde.

    İnsan beyni/zihni zannedilenden çok daha fazla derinliğe/genişliğe sahiptir. Bir insanı gerektiği gibi değerlendirebilmek; davranışlarının, duruşunun, sözlerinin, konuşmasının, sessizliğinin gerçek anlamını çözebilmek hiçbir sınırlı için mümkün değildir. Bunların anlamını belki kişi ancak sorgulamasıyla, samimiyetle derinleşebildiği ölçüde kendi kendine çözebilir o da bir yere kadar. Bunun için denmiştir ki; “hakkıyla değerlendirmek ancak sınırsıza mahsustur”.

    “Beden dili ile anlama” gibi insan zihnini küçümseyen ilkel yöntemler de insanı çözdürmez. Kişi karşısındakinde çoğunlukla, kendi veri tabanına göre kendi -niyeti- ni görür. İnsan olarak bizim, insanların iç dünyasını çözmeye çalışmak gibi bir sorumluluğumuz yok, insanlar bizim istediğimiz gibi olmak ve istediğimiz düşünme yöntemlerine bağlı olmak zorunda değil. Çevremize en büyük yararımız, kendimizi sorgulamakla olur diye düşünüyorum.

    Sonuç;

    *kötülük = sorgulamamak = sonsuzu hissetmemek = haddi reddetmek = etiketlemek = dayatmak

    *iyilik = sorgulamak = sonsuzluğu hissetmek = haddi idrak = “göre” yi kabul = saygı

    Onur Mustafa Ezber

  • Bilim ve Düşünce

    Astronotlar Yer Çekimsiz Ortamda Hiç Olmadılar

    192 kere okundu

    Yer çekimi ya da genel ifadeyle ‘kütle çekimi’ ile ilgili paylaşmak istediğim bir bilgi… İnsanların bir kısmı bu konunun aslını bilse de, bir kısmı kullanılan ifadelerden kaynaklı olarak meseleyi gerçeğinden farklı kabul eder. Biz bütün varlık, oluşum, sistem ve kanunları doğru anlamak zorundayız.

    Uzay istasyonunda çalışan bilim insanlarının yer çekimsiz ortamda bulundukları, hatta astronotların bu sebeple havada durdukları ve istasyonun içindeki eşyaların da bu sebeple havada süzüldükleri bilgisi doğru değil. Uzay istasyonlarında da yer çekimi vardır ve Dünya’daki yer çekimi ile bu istasyonlardaki yer çekimi arasında pek de büyük bir fark yoktur.

    Çünkü uzay istasyonları aslında Dünya’ya yakın bir konumda sayılırlar ve bu yüzden Dünya’nın yer çekiminin etkisinden sanıldığı gibi kurtulmazlar. Dünya’nın yer çekiminden kurtulmaları için çok daha uzaklara gitmeleri gerekmektedir ancak yine de yer çekiminden kurtulamazlar. Çünkü hâlâ Güneş’in çekimi alanı içindedirler, zaten Dünya da Güneş’in çekim alanı içinde olduğu için onun etrafında dönmektedir. Daha da uzaklaşsalar galaksimizin çekim alanı içindedirler.

    Galaksimizin dışına çıksalar da fark etmez; çünkü galaksimiz ile beraber içinde bulunduğumuz tüm galaksi kümesinin çekim alanı içinde olmuş olurlar hâlâ. ‘Galaksi kümeleri’ zaten kütle çekimi sebebiyle galaksi kümeleridirler. Dolayısıyla rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktaki Andromeda Galaksisi’nin de çekim alanı içindeyiz şu anda. Ancak galaksi kümeleri arasında olsak belki yer çekimsiz ortamda olmuş olabiliriz.

    Uzay istasyonlarının bulundukları yüksekliğe kadar bir kule inşa edilseydi insanlar onun üstünde yine yer çekimi olan bir ortamda bizim gibi gayet normal şekilde yürürlerdi. Peki öyleyse neden fotoğraflarda ve videolarda görüldüğü gibi uzay istasyonlarındaki insanlar ve çeşitli cisimler ‘havada’ süzülmektedir?

    Bunun sebebi aslında uzay istasyonlarının, Dünya’ya düşmemek için çok çok hızlı bir şekilde Dünya’nın etrafında dönüyor olmaları. Bu hız yaklaşık olarak saatte 27600 km. Yani mesele hızda, uzaklıkta değil. Zannedildiği gibi uzay istasyonunun veya uyduların bulunduğu konumda yer çekimi olmasaydı zaten Dünya’nın etrafında dönmezlerdi, uzay boşluğuna doğru sürüklenirlerdi. Eğer uzay istasyonları bu hızla gitmeyi durdursalar ve yavaşlasalar, Dünya’nın etrafında dönme hareketini durdururlar ve anında Dünya’ya yakınlaşırlar/düşerler.

    Düşünün, Dünya’ya uzaklığı yaklaşık 384 bin km olan Ay, kütle çekimi sebebiyle Dünya’nın etrafında dönerken Dünya’ya en uzak olduğu mesafe 406 kilometre olan Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS) için mi ‘yer çekimsiz ortamdadır’ ifadesini kullanmak bilimsel olacak?

    Özetle, aslında uzay istasyonları sürekli Dünya’ya düşüyor ama belirli bir hızla gittikleri için de bu düşme Dünya’ya yaklaşma şeklinde olmuyor; bir yörüngede dengelenmiş oluyorlar. Uzay istasyonunun hızı ile yer çekiminin etkisi birbirini götürmüş oluyor. Bu sebeple istasyonun içindeki insanlar ve cisimler de sanki yer çekimsiz bir ortamdaymış gibi havada süzülüyorlar.


    Onur Mustafa Ezber / Kütle Çekimi Hakkında

  • Kur'an'a Dayalı Yazılar

    Kur’an’a Göre Evlilik Dışı Cinsel İlişki Haramdır

    1.477 kere okundu


     Kur’an’a göre evlilik dışı cinsel ilişkinin haram olduğu gerçeğini normal akla sahip her insan apaçık görür. Onlara bu açıklamayı yapmak durumunda kalmaz hiç kimse. Ama akıllarını ve imanlarını ortadan kaldırıp, onun yerine sapıklığı tercih eden sinsi, iki yüzlü ve yalancı gruplar türedi bu zamanda. Bunların çarpıtmalarını deşifre etmek, bilen müslüman için bir zorunluluktur.

     Kur’an’ın hemen her bölümünden, evlilik dışı cinsel ilişkinin haram olduğu hem doğrudan, hem de Kur’an ayetleri bütün olarak düşünüldüğünde anlaşılıyor. Sadece evlilik ile ilgili hüküm ve şartları içeren ayetlerin var olması bile yeterli evlilik dışı cinsel ilişkinin haram olduğunu anlamak için. Bu kadar açık bir gerçeği anlatmaya çalışmak zorunda kalmak rahatsız edici ama bu şekilde kandırılmış aklı zayıf insanlar mevcut olduğu için zorunlu oluyor. En azından, kendi gruplarını “mehdi cemaati” olarak göstermeye çalışan ve bu yolla haramları helal gibi gösteren malum ahlaksız ve şaşırmış örgütü/grubu bile bile desteklemeye devam etmek isteyenlerin ahirette azabının artmasına vesile olmak duasıyla bu yazıyı yazıyorum.

     Kur’an’a göre Müminler, evli olmadıkları kişilere karşı bakışlarını bile sınırlayan insanlardır. İslam’da evlilik gibi bir değer var, insanlar hayvan değildir. Allah Nur Suresinin 30. ayetindeki emrinin aynısını, bir sonraki ayette kadınlara da emrediyor;

    “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.”
    (Nur Suresi, 30)

    “Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar…” (Nur Suresi, 31)

     Ayrıca ayetteki bazı Arapça kelimelerle ilgili daha detaylı bilgi sahibi olmak gerekirse de farklı farklı uzmanların açıklamalarını incelemekte yarar olacaktır. Mesela bu ayetteki “ferc” kelimesiyle ilgili olarak, Arapçayı çok iyi bilen, ömrünü Kur’an’ı anlamaya adamış ve Kur’an meali hazırlamış bazı insanların ifadelerini de aktarmak istiyorum;

    Erhan Aktaş, bu ayetteki kelimeyle ilgili olarak kendi mealindeki notta şöyle diyor:

    “ ‘Furûc’lerini; yani, mahrem yerlerini, namuslarını, ırzlarını korusunlar. Ferc; sözcük olarak erkek veya kadının cinsel organı anlamına gelmektedir.”

    Mehmet Türk, kendi mealindeki notta şöyle diyor:

    “Ferc: İki şey arasındaki açıklık demektir. Bu suretle gerek erkek gerek dişi insanın bacaklarının arasındaki açıklık için de kullanılır. Buna lisanımızda “apış arası” denir ve bu tabir ile avret mahallinden kinaye edilir. Kur’an’da ferc kelimesi hem erkek hem de dişi için kullanılmıştır. Yani kadın ve erkeğin avret mahalli demektir.”

    Süleymaniye Vakfı, mealinde şu detayı veriyor:

    “Ferc, iki kolun arası ile iki bacağın arasındaki organlardır. (Lisan’ul-arab)”


     Allah bu ayetlerde iman eden erkeklere ve iman eden kadınlara hitap ediyor, yani evli olmadıkları kişilere karşı nasıl davranacaklarını bildiriyor. İnsanların namuslarını/iffetlerini koruması, evlilik dışı cinsel ilişkiye girmemeleriyle oluyor.

     Münafıkların çarpıtmasına göre ise iman eden erkekler, iman etmediklerine karar verdikleri kadınlarla evlilik dışı cinsel ilişkiye girebilir. Bu olağanüstü derecede akılsızca, kahpece ve ahlaksızca bir çarpıtmadır, müslümanları aşağılamak ve akıllarıyla alay etmektir.

     Allah ayette iman eden erkeklere hitap ediyor; bunun, karşısındakinin inancıyla zerre kadar alakası yok, bu, ayetle alakasız bir saçmalıktır. Ayete göre bir erkek, karşısındakinin hayat görüşü ne olursa olsun onunla evlilik dışı cinsel ilişkiye girdiğinde zaten cinsel organını, iffetini, namusunu korumamış ve zina yapmış oluyor. Kadın da aynı şekilde.

     Ki zaten evliliğin Kur’an’da bildirilen birçok şartı var ve ancak bu şartlar gerçekleştirildikten sonra evlilikle beraber cinsel ilişkinin helal olmasıyla ilgili ayetler çok açık. Evlilik dışı cinsel ilişki haram olmasa zaten evlilik, nikah diye bir şey neden olsun Kur’an’da? Ve bu evliliklerin neden birçok şartı olsun Kur’an’da? Evlilik dışı cinsel ilişki helal olsa, Allah Kur’an’da evlilik şartlarını niye emretsin? Üstelik kimlerin haram, kimlerin helal olduğuna kadar detaylı anlatıyor Allah. Akıl hastası olmayan, şaşırmış olmayan ve münafık olmayan bir insan bunu hemen anlar.

    Mesela Allah Nisâ Suresinin 22. ayetinde; “Kadınlardan babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın. Ancak (cahiliyede) geçen geçmiştir. Çünkü bu, ‘çirkin bir hayasızlık’ ve ‘öfke duyulan bir iğrençliktir.’ Ne kötü bir yoldu o!…” buyurarak evlenilmeyecek insanları anlatıyor ve “Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz…” şeklinde başlayan bir sonraki ayette de aynı şekilde.

     Bu ayette sayılan insanlarla aynı evde yaşanıyor, bunda bir problem yok, yani evde yaşamak, sohbet etmek helal. Bir müslüman, bu yakınlarıyla aynı evde yaşayabiliyor, insanların hemen hepsi böyle yaşar zaten. Demek ki buradaki mesele, aynı evde yaşamakla ilgili de değil. Öyleyse ayette neyin haram kılındığı bildirilmiş oluyor, yani konu ne? Tabii ki bu sayılan insanlarla evliliğin haram kılındığı ve dolayısıyla evlilikten sonra gelen cinsel ilişkinin haram kılındığı anlatılıyor ayette. Çünkü cinsel ilişki zaten ancak evlilikle, nikahla mümkün. Evlenilmeden, nikah olmadan cinsel ilişki haram.

     Şimdi o destekçisi olan imanı zayıflara kendisini mehdi, kurtarıcı, imam, resul olarak kabul ettiren ve bunlar gibileri destekleyen şaşırmışların kafasına göre, bu insanlar müslüman olmasa onlarla cinsel ilişkiye girmek helal mi olacak? Ne kadar saçma ve ne biçim hüküm veriyorlar? Çok açık ki evlilik şartları var Kur’an’da ve yine çok açık ki cinsel ilişki ancak evlilikle helal olmaktadır.

     Müslüman bir erkek, babasının nikahladığı kadınla sohbet edebilir, karşılaşabilir, konuşabilir, normal bir insan gibi. Buna dair bir haram hatırlamıyorum. Öyleyse Nisâ Suresinin 22. ayetinde haram kılınan şey ne? Haram kılınan şey, onlarla nikahlanmak. Nikahın amacı da zaten cinsel ilişkinin helal hale gelmesi. Ayette وَلَا تَنْكِحُوا (Velâ tenkihû) “nikahlamayın” buyuruluyor. Bu insanlarla aynı ortamda bulunmak ve konuşmak zaten haram olmadığına göre, demek ki nikahlanmanın helalleştirdiği şey cinsel ilişki. Yani Kur’an’a göre, insanlar arasında cinsel ilişkiyi helal hale getiren tek yol nikahlanmak, yani evlilik.

     Evlilik hakikatinin önemini Nur Suresinin 32. ayetinden de anlıyoruz; Allah evlendirmeyi hem emrediyor, hem de fakirliğin bile buna engel gösterilemeyeceğini bildiriyor: “İçinizde evli olmayanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, kendi fazlından onları zengin eder. Allah geniş (nimet sahibi)dir, bilendir.”

     Özellikle bir sonraki ayet, yani Nur Suresinin 33. ayeti, evlilik dışı cinsel ilişkinin haram olduğunu, en zayıf akıllılarının bile anlayacağı kadar net bir şekilde gösteriyor. Allah ayette; “Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar…” buyuruyor.

     “Evlenmediysen iffetini korumak” ne demek? “Evlenmediysen müslüman olmadığına karar verdiğinle veya istediğinle cinsel ilişkiye gir” mi demek? Tabii ki böyle değil.

     Çok açık bir şekilde; evlenecek imkânı bulamayanlar, Allah imkânlarını arttırıncaya kadar sabredip namuslarını korusunlar, yani cinsel ilişkiye girmesinler demek. Sonra imkân bulup evlendiklerinde de helalleriyle helal ilişkiye girebiliyorlar. Buradaki imkân, evlilik için gereken şartlarla ilgili, mesela mehir vermek gibi veya diğer şartlar.

     Cehaleti sebebiyle ve insanları kendi kontrolü altında tutmak için ayetleri örtbas ederek çarpıtmaya çalışanlar sebebiyle kandırılan insanlar müslüman olmak istiyorlarsa, ahlaksız cemaatlerden/gruplardan yüz çevirmeli ve Kur’an’a tabi olmalıdır. Allah’ın adıyla aldatılmak, insana en büyük kötülükleri bile süslü ve normal gösterir.

     Bu kadarı yeterli elbette fakat evlilik dışı cinsel ilişkinin haramlığını Yusuf Suresi’nde de açıkça görüyoruz ama kör olmak isteyenler bu hakikatleri hep geçiştirir. İşlerine geldikleri zaman da Hz. Yusuf’a atılan evlilik dışı cinsel ilişki iftirasını kendilerini aklamak için kullanırlar, yani kendilerine Hz. Yusuf’a atıldığı gibi evlilik dışı cinsel ilişki iftirası atıldığını söylerler. İşte bunlar bu kadar zalim, bu kadar sapkın, bu kadar imansız, bu kadar şaşırmış tipler. Vicdanlı bir insan, bir müslüman, böyle şaşırmış ve zalim bir toplulukla asla aynı yolda devam etmez.

     Allah Hz. Yusuf’un imanını, iffetini, samimiyetini Yusuf Suresinin 23 ve 24. ayetinde de bizlere anlatıyor. Allah muhlis kullarına burhanını gösterip kötülükten ve fuhuştan uzaklaştırıyor.

    “Bulunduğu evin kadını, ısrarla ondan yararlanmak istedi. Bütün kapıları kapadı. “Haydi, gel” dedi. Yusuf: “Allah’a sığınırım. O benim Rabbimdir. Bana iyi bir makam verdi. Çünkü yanlış yapanlar umduklarına kavuşamazlar” dedi. Kadın onu gerçekten istiyordu. Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi Yusuf da onu isterdi. Hep böyle olur. Bu (ilham), kötülüğü ve çirkinliği ondan uzaklaştırmamız içindir. Çünkü o, yürekten bağlılığı olan kullarımızdandır.” (Yûsuf Suresi 23-24)

     Furkan Suresi’ndeki ayetlere göre de zina edenler, ebediyyen azabın içinde aşağılanmış olarak kalacak olanlar arasındadır. Sadece tevbe edenleri Allah bağışlayacağını bildiriyor. Bu tevbe; elbette tertemiz insanlar dahil birçok insanı kirleten sapık, dinin arkasına gizlenip dini kullanan batıl ve şaşırmış örgütlerden yüz çevirip uzaklaşmak ile mümkün. Bu ahlaksız örgütlerden uzaklaşmamak, aynı sistemi desteklemek ve ayakta tutmak, meşru göstermek demektir; tertemiz olabilecek gençleri, insanları bu pisliğe, bataklığa sürüklemek demektir.

     “Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha tapmazlar (yalvarmazlar). Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa ‘ağır bir ceza ile’ karşılaşır. Kıyamet günü, azab ona kat kat arttırılır ve içinde aşağılanmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Furkan Suresi, 68-70)


    Onur Mustafa Ezber

  • Bilim ve Yaratılış

    “GALAKSİ KÜMESİ” Mİ DEMEK İSTERSİNİZ, “TELESKOP” MU?

    2.696 kere okundu
    Credit: NASA; ESA; L. Bradley (Johns Hopkins University); R. Bouwens (University of California, Santa Cruz); H. Ford (Johns Hopkins University); and G. Illingworth (University of California, Santa Cruz)

    Kütlesi olan (elbette biz de dahil) her şeyin uzay-zamanı büktüğünü az çok herkes biliyordur artık. Gezegenimizde tam Güneş tutulmasının gerçekleşebilmesi nimetinden istifade edilerek kütlenin uzay-zamanı büktüğünün 1 asır önce ispat edildiğini daha önce detaylı anlatmıştım. Bir galaksi kümesi ise tahmin edeceğiniz gibi, bu bükmeyi Güneş’ten daha çok yapar. Çünkü bir kümenin içindeki onlarca veya yüzlerce galaksi, onlara göre zerre kadar kalan Güneş’ten daha çok kütleye sahiptir.

    Galaksi kümelerinin toplam kütleleri çok büyük olduğu için ışığı bükerek bir mercek gibi odaklarlar. Buna “kütle çekimsel mercek etkisi” deniyor. Bizler bu etki aracılığıyla, bu kümenin arkasında bulunan ve elimizdeki imkânlarla göremeyeceğimiz kadar uzakta olan galaksileri görebilir oluruz. Sonuç olarak galaksi kümeleri adeta dev bir mercek gibi davranmış, teknoloji ile asla elde edemeyeceğimiz büyüklükte (muazzam) bir teleskop görevi görmüş olur.

    Takip edenler bilir; bilim insanları bazen çok uzakta galaksi keşfettiklerini açıklarlar. İşte bu galaksilerin büyük kısmı, bahsettiğim bu kütle çekimsel mercek etkisi vesilesiyle keşfedilmiştir. İncelediğimiz kümeden çok daha uzaktaki galaksilerin -bizce- soluk ışıkları, bu kümenin kütle çekimiyle bize (gözlemciye) odaklanıyor ve dikkatli inceleyenler o çok uzak galaksileri, şekilleri biraz farklılaşmış olsa da görebiliyor.

    Bu mercek etkisi olmasaydı, günümüzde keşfetmiş olduğumuz çok uzak galaksilerin büyük kısmını göremeyeceğimiz ifade ediliyor. Mesela kütle çekimsel mercek etkisiyle tespit edilen galaksilerden birine örnek, A1689-zD1’dir (2008 yılında). A1689-zD1 ile aramızda kalan Abell 1689 (fotoğraftaki) galaksi kümesinin kütle çekimi sebebiyle, A1689-zD1 adlı galaksiyi görebilir ve inceleyebilir durumda olduk.

    Uzak (doğal olarak evrenin geçmişini gösteren) galaksileri görebilmemiz, evrenin yaratılış anına yakın dönemleri inceleyebilmemiz için büyük önem taşıyor. Fotoğrafa dikkatli bakarsanız seçebileceğiniz ince ve eğri ışıklar, bize yaklaşık 2.3 milyar ışık yılı uzaklıkta olan Abell 1689 isimli bu kümeden çok daha uzaktaki galaksilerin, mercek etkisi aracılığıyla bize ulaştırılan görüntüleridir.

    Daha önce süpernovaların, nötron yıldızlarının, Ay’ın, Güneş tutulmasının, Merih’in, Merkür’ün, Venüs’ün (sera etkisi örneğini hatırlayın), Jüpiter’in ve diğer gezegen ve yıldızların nasıl bizlere hem bilgi edinme anlamında, hem de fiziksel anlamda nimet kılındığından bahsetmiştim. Galaksi kümeleri aracılığıyla meydana gelen bu büyük etki de bir bilgi edinme aracı olarak bizlere sunulmuş bir nimettir. Her araştırmayla, evrendeki her detayın insanlara sunulmuş bir güzellik ve imkân olduğu, insanlar için daha da net açığa çıkar olmaktadır.

    “Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için gerçekten ayetler (deliller) vardır.” (Casiye Suresi, 13)

    “Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur.” (Lokman Suresi, 20)

    Onur Mustafa Ezber

  • Bilimsel Araştırma

    BİLİMİN İNSANLARA FAYDALI OLMASINI SAĞLAYAN, BİLİMİN KENDİSİ DEĞİLDİR

    1.252 kere okundu



    Bilim, bize ahlaki konularda rehberlik sağlamaz. Doğa bilimleriyle ilgilenerek atomun nasıl parçalanacağını öğrenebiliriz. Ama doğa bilimleri bize “şimdi bu bilgilerden yararlanarak bir bomba yapıp o bombayı Hiroşima ve Nagazaki’deki masum insanların üzerine atmayın” demez.

    Veya bilim bize, “daha verimli ve net bilimsel sonuçlar elde etmek için Hitler Almanyası’nda Doktor Josef Mengele’nin yaptığı gibi insanlar üzerinde korkunç tıbbî deneyler yapmayın” demez.

    Doktor Josef Mengele’nin insanlar üzerinde yaptığı korkunç deneyler, bilim adına müthiş bir ilerleme olarak görülüyordu. Çünkü deneyler doğrudan insanlar üzerinde yapılıyordu. Bilimin dışında güvenilir bir bilgi kaynağı olmadığını ve insanlığı geliştirecek olanın sadece bilim olduğunu düşünen biri, elbette bu deneyleri insanlığın gelişmesi için çok yararlı bulacaktır.

    Hatta bugün, Doktor Mengele’nin deneylerinin, nelere faydalı olduğunu anlatanlar mevcut. Bu zihniyete sahip olanlar, insanlık için elbette büyük bir tehlikedir.

    Doktor Mengele, ekibiyle, deneyleri için işe yarayacağını düşündüğü insanları seçiyor, diğerlerini ise gaz odalarında öldürülmeye gönderiyordu. Dr. Mengele’nin ve diğer doktorların deneylerinde binlerce insan vahşice öldürüldü ve ciddi şekilde sakat bırakıldı. Burada, en azından bilgi amacıyla çok ağır olmayan bazı fotoğrafları görebilirsiniz; https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/gallery/nazi-medical-experiments-photographs

    Dr. Mengele, özellikle ikizler üzerinde çalışmaya önem veriyordu. İkizlerden birinin kanını ve organlarını diğerine naklettiği ve bazılarını öldürerek iç organlarını detaylı şekilde incelediği bilinmektedir.

    Göz renginin kalıtsal olarak değiştirilip değiştirilmeyeceğini ölçmek için esirlerin gözleri üzerinde acı verici işlemler yaptı. O insanların büyük kısmı elbette kör oldu. Deneyde artık işe yaramayacağını düşündüklerini zaten gaz odalarında ölüme gönderiyorlardı.

    İnsanların basınca ne kadar dayanabileceğini ölçmek için denek olarak kullandıkları insanları basınç odasına sokuyor ve iç organları patlayana kadar basınç uyguluyorlardı.

    İnsanların soğuğa ne kadar dayanabileceğini ölçmek için içi buz dolu küvete sokuyorlar ve ölene kadar bekletiyorlardı. Deneyi yapan doktorlar, bütün sonuçları titizlikle kaydediyordu.

    Çocuklara ciddi hastalıkların mikroplarını enjekte ederek ne kadar dayanabileceklerini ölçtüler. Yaptıkları araştırmaların sonuçlarını diğer bilim insanlarına da gönderdiler.

    Deneylerinde binlerce insan vahşice öldürüldü veya ciddi şekilde sakat bırakıldı. Bu korkunç deneylerin tamamını, detaylarını ve sağ kurtulan çocukların anlattıklarını burada aktarmayacağım dileyenler araştırabilir.

    ***

    Bilimsel bilgilerden yararlanılarak üretilen ilaçlar, bilimsel bilgilerden yararlanılarak üretilen binbir çeşit silahı görmemize engel olan at gözlüğü işlevi görmemeli. İlaç, bize faydalı olmasını istediğimiz bir şey, yapılanları göremeyecek kadar şuursuzlaştıran bir şey değil.

    Bilimi tek başına gelişmenin kaynağı olarak görmek, bilimsel bilgilerden yararlanılarak silah üretilmesini de gelişmenin parçası olarak görmektir. Bilimden istifade edilerek üretilen ilacı sana satıyor olmaları, yine bilimden istifade edilerek üretilen kimyasal silahı diğer bir insanın öldürülmesi için karşı tarafa satmalarına engel olmuyor.

    Bilim yaptıktan sonra geliştirilen teknolojiyle insanlığın bir bölümüne (maddi imkanı olanlara, sömürülmeyenlere) fayda sağlandı, fakat dikkat ederseniz insanlığın daha büyük bölümüne ve hatta diğer canlılara ise büyük acılar ve yıkım getirdi. 1. ve 2. Dünya Savaşı su tabancasıyla yapılmamıştı.

    Teknoloji, teknolojiyle öldürülmediğin ve sömürülmediğin kadar istifade ettiğin bir şey. Şu anda, zengin ile fakirin hayatı arasında, daha fazla fark oluşturan bir şey.

    İnsanlara acı ve yıkım getirecek zararlı üretimlerin yapılmamasını ancak din emreder, bilim değil.

    Bilim aracılığıyla sahip olduğumuz şey, bilgidir; doğayla ilgili bilgi. Öğrenilen bilgilerin ve bu bilinenlerle yapılacak üretimlerin insanlara zarar vermeyecek şekilde yönlendirilmesini emreden, dindir (İslam). Masum insanlara zarar vermeyi yasaklayan, yardımlaşmayı ve iyiliği emreden her Kur’an ayeti, Müslümanları, insanlığa sadece zararsız üretim yapmaya mecbur eder.

    “İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Mâide Suresi, 32)

    “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.” (Fussilet Suresi 34-35)

    “Onlar, bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanları affedenlerdir. Allah, muhsinleri/iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân Suresi, 134)

    “Onların mallarında dilenip isteyen ve mahrum olan için de bir hak vardı.” (Zariyat Suresi, 19)

    Bugün, bilimden istifade edilerek üretilen silahlarla masum insanlar öldürülüyor. Amaç para kazanmak ve çıkar ise, bu silahlar satılarak çok büyük paralar zaten kazanılıyor. Amaç para kazanmak ve çıkar ise, yine bilimin ortaya koyduğu bazı verilerden istifade edilerek geliştirilen fabrikalarda, insanları bağımlı yapıp mahveden sigaralar çok daha hızlı üretilerek para kazanılıyor. Silah ve sigara dışındaki örnekleri vermeyi size bırakıyorum.

    Kazanç elde etmek için sadece yararlı olanı üretmek gerekli değil. Bilim de bize, neden insanlar için sadece yararlı olanı üretmemiz gerektiğini söylemiyor; onu söyleyen, bilimden farklı bir kaynak.

    Yeterli parası olanlar, şimdi bilimin getirdiği teknoloji sayesinde şahane bir cep telefonu kullanıyor diye Afrika’daki insanlar her gün parti yapmıyor; Onlar, kaynakları yetersiz olduğu için veya yetenekleri olmadığı için değil, “medeni” denilenlerin teknolojiden de yararlanarak yaptıkları sömürüler yüzünden ölüyorlar.

    Bilimin insanlara faydalı olmasını sağlayan şey, bilimin kendisi değildir; ahlaktır. Kişinin her şartta güzel ahlaklı olmasını emreden ise dindir (İslam).

    Bu konuyu anlatmak için hazırladığım video burada; youtube.com/watch?v=VPxCAi_xT6I

    Onur Mustafa Ezber

  • Bilim ve Yaratılış

    ENFLASYONCU ÇOK-EVRENLER MODELİ / KAÇILAMAYAN GERÇEK; HASSAS AYAR / YARATILIŞ

    1.347 kere okundu

     Evrende insanın varlığına hizmet eden hassas ayarları inkâr etmek niyetiyle ortaya koyulabilecek bütün iddialar/varsayımlar eğer varlıkların yapısına, varlıkla uyumlu matematiğe/hesaplamalara, kısacası ‘gerçekliğe’ bağlı olarak çarpıtılmadan sınanacaksa, karşımıza çok daha büyük bir hassas ayarın var olacağı sonucu çıkar. Böyle bir sorgulamadan geçen her varsayım, çok daha büyük bir hassas ayarın var olacağını gösterdi.

     Washington State Üniversite’sinden matematik, fizik ve felsefe alanlarından mezup olup Notre Dame Üniversitesi’nde doktora çalışmasını felsefe alanında yapan Dr. Robin Collins, “God, Design and Fine-Tuning” (Tanrı, Tasarım ve İnce-Ayar) isimli makalesinde, çok-evrenlerin var olmasının ancak çok daha büyük hassas ayarların var olması anlamına geleceğini şu ifadeleriyle açıklıyor:

     “Eğer bu doğruysa, o zaman ince-ayarın bir açıklaması olarak bir tür çok-evrenler üretecine başvurmak, sadece, tasarım meselesini bir kademe yukarıya, yani çok-evrenler üretecini kim tasarladı sorusuna yükseltecektir. Yukarıda tartışılan enflasyoncu senaryo, bu düşünme tarzının iyi bir test örneğidir. Enflasyoncu/süpersicim çok-evrenler üreteci, ancak aşağıdaki “bileşenlere” veya “mekanizmalara” sahip olduğu için yaşamı-destekleyici evrenler üretebilir…” [1] [2]

     Ayrıca varsayılan bir ‘çok-evrenler üreteci’ gerçekten varsa zaten bu ‘çok-evrenler üreteci’nin kendisi de kendiliğinden var olmaz ve yaratılmış olması gerekmektedir. Var olduğu hayal edilen bütün evrenler/varlıklar kendi kendilerinin açıklaması olmazlar ve kaçınılmaz olarak bir başlangıca muhtaçtırlar. İçinde bulunduğumuz evren, çok sayıda evrenden biri olsaydı bile, bu çoklu evrenin kendisi de mutlak bir başlangıca sahip olmak durumunda olurdu. 3 önemli kozmolog olan Arvind Borde, Alan Guth ve Alexander Vilenkin’in ortaya koyduğu çalışma, bunu da çoktan göstermiştir.

      Tufts Üniversitesi’nden fizik profesörü ve Kozmoloji Enstitüsü direktörü olan Vilenkin, bulgularının sonucunu ve bu sonucun ateist inanca bağımlılık gösterenler için mutlak ve kalıcı bir sorun olduğu hakikatini şöyle belirtiyor:

     “Bir argümanın makul insanları inandıran şey olduğu, ispatınsa (proof) makul olmayan bir insanı bile inandıran şey olduğu söylenir. Mevcut ispatla, kozmologlar geçmiş ezeli bir evren olasılığının arkasına daha fazla gizlenemezler. Kaçış yok, kozmik bir başlangıç problemiyle yüzleşmek zorundalar.” [3]

     Fakat varlıkların/evrenlerin sonsuz geçmişten beri olamayacağı zaten, akıl kullanılarak hemen anlaşılan sarih bir gerçektir. Geçmişte ve günümüzde düşünen insanların defalarca izah ettiği gibi, zaman kavramı ile ilgili çok açık bir gerçek vardır; zaman başlangıçsız olamaz, geçmiş sonsuz olamaz. Ben de bu gerçeği, insanlara, kendi düşünce/örnek ve cümlelerimle çoğu kez anlatmaya çalıştım. Konuyu genelde şu cümleleri kurarak özetliyorum:

     “Doğanın arkasında doğa olmaz. Doğa zamanlı varlıktır. Üzerinde zamanın geçtiği bir varlığın ardında hep üzerinde zamanın geçtiği varlıklar olsa geçmiş sonsuz olurdu. Geçmiş sonsuz olsaydı bu yazıyı okuduğunuz ‘şu an’ sonsuza kadar gelemezdi. Zaman, yok iken yaratılmıştır. Doğa, belli zaman önce yok iken yaratıldığı için mevcuttur.”

     Burada yaptığımız ise, çok-evrenler üretecinin var olduğunu varsaydıktan sonra üzerinde düşünmek ve bütün bu sistemin de ancak çok hassas ayarlı olması şartı ile var olabileceğimizi görmek. Dr. Robin Collins, yukarıda aktardığım sözünde bahsettiği o bileşenleri veya mekanizmaları 4 maddeyle detaylı bir şekilde izah ettikten sonra da şöyle diyor:

     “Özetle, bir enflasyoncu/süper-sicim çok-evrenler üreteci var olsa bile, arka-plan yasaları ve ilkeleriyle birlikte onun, hayata izin veren evrenlerin üretilmesi için yasaların ve alanların doğru bir kombinasyonuna sahip, biyokimyacı Michael Behe’den ödünç alacağımız bir ifadeyle söylersek, indirgenemez şekilde karmaşık bir sistem olduğu söylenebilirdi: Bileşenlerden biri olmasaydı veya farklı olsaydı, mesela Einstein’ın denklemi veya Pauli-dışlama ilkesi gibi, hayata izin veren herhangi bir evrenin üretilebilmesi ihtimal-dışı olurdu.”

     Ayrıca Dr. Collins makalesini tamamlarken; “Tanrı’nın sonsuz ve sonsuz şekilde yaratıcı olduğu göz önünde tutulunca, Tanrı’nın, sadece hem uzay hem zaman olarak geniş bir evren değil, aynı zamanda belki de böylesi birçok evren yaratacağı da anlamlı hale gelmektedir.” diyerek çok evrenlerin var olmasının, onları ve her şeyi yaratmaya kadir olan, yüceliği ve bilgisi sonsuz olan Yaratıcı’nın apaçık varlığını kabul edenlerin zaten bekleyeceği bir durum olduğunu vurgulamaktadır.

     Son olarak, eskiden ateizmi savunan fakat sonra modern bilimin gösterdiği delilleri inceleyerek Yaratıcı’nın apaçık varlığını kabul eden -daha doğrusu örtbas ettiği bu kabulünü açığa vuran- felsefeci Antony Flew’in ‘çok evrenler’ ile ilgili konuyu güzel özetleyen bir sözünü aktarayım. Flew, “Yanılmışım Tanrı Varmış” isimli kitabında, evrendeki hassas ayarları inkâr edebilmek için ‘çok evrenler’ düşüncesini kullanma denemesi yapmış olanların çelişkisini ve çıkmazını şu sözleriyle anlatıyor:

     “Bir evrenin varlığı bir açıklama gerektiriyorsa birden fazla evrenin varlığı çok daha büyük bir açıklama gerektirir: Bu evrenlerin toplam sayısı, sorunu daha da büyütmektedir. Bu durum, öğretmenini ev ödevini köpeğinin yediğine inandıramadığı için hikâyesini ev ödevini sayılamayacak kadar kalabalık bir köpek sürüsünün yediği şeklinde değiştiren öğrencinin durumuna benzemektedir.” [4]

    Onur Mustafa Ezber


    Kaynaklar ve Not:

    [1] Robin Collins, “God, Design, and Fine-Tuning”
    http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.470.7166&rep=rep1&type=pdf (Erişim tarihi: 30 Temmuz 2019)

    [2] Yazıda en sık alıntı yaptığım Dr. Robin Collins’in makalesinin tamamı Türkçe olarak da yayımlanmıştır. Ben de o çeviriden alıntı yaptım. Söz konusu çeviri, editörlüğünü Caner Taslaman ve Enis Doko’nun yaptığı ve internetten ücretsiz olarak da okuyabileceğiniz “Allah, Felsefe ve Bilim” adlı kitabın 17. ve 57. sayfası arasındadır. Makaleyi çevirerek ülkemize kazandıran, Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fehrullah TERKAN‘dır.

    [3] Alex Vilenkin, “Many Worlds in One”, s. 176

    [4] Antony Flew, “Yanılmışım Tanrı Varmış” (There is a God), çev. Zeynep Ertan ve Hasan Kaya, Profil Yayıncılık, 9. baskı, ss. 128-129

  • Kur'an'a Dayalı Yazılar

    EŞCİNSELLİK YAPAN AHLAKSIZ KAVMİN HELAK OLMA NEDENİ İLE İLGİLİ YAPILAN BİR ÇARPITMAYA CEVAP

    2.159 kere okundu


    Bu yazımda “Lut kavminin helak nedeni eşcinsellik yapmaları değil, bunu halkın önünde açıkça yapmaları ve eşcinsel tecavüzler yaparak tatbik etmeleriydi” diyenlerin çarpıtmasına ayetlere dayanarak cevap veriyorum.

    Kur’an’a göre Hz. Lut’un uyardığı kavim, eşcinsel sapık ilişkilerde bulunduğu için helak edilmiştir. Bu çok açık. Ancak başkalarına şirin gözükmek için ayetleri çarpıtmaya çalışanlar, insanların aklıyla alay ediyorlar.

    Yazımda öncelikle bu kişilerin çarpıtmaya çalıştıkları ayeti aktaracağım ve diğer ayetler ile beraber değerlendirip apaçık olanı ifade edeceğim. Bu kişiler, iddialarına delil olarak Ankebut Suresinin 28, 29, 30 ve 31. ayetini göstermeye çalışıyorlar. İddialarının esas sebebi ise 29. ayetteki “yol kesme” ile ilgili ifade. 29. ayetin hazırlanan bir meali şöyle:

    “Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve biraraya gelişlerinizde çirkinlikler yapacak mısınız?” Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: ‘Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah’ın azabını getir’ demek oldu.”

    Eşcinsellik yapan kavmin helakı, bildiğiniz gibi sadece bu ayetlerde anlatılmıyor. A’raf Suresi, 80-84; Hud Suresi, 74-83; Hicr Suresi, 57-77; Enbiya Suresi, 74-75; Şuara Suresi, 160-175; Neml Suresi, 54-59; Kamer Suresi, 33-39. Buraya yazmadığım başka ayetler de var ise bildirebilirsiniz. Gördüğünüz üzere konuyu eksiksizce anlamak için bu ayetlerin hepsinin okunması gerekli. Neden hepsinin okunması gerekli? Öncelikle eksik anlamadığımıza da emin olmalıyız. Allah, ilgili konuyu bazı surelerde kısa olarak anlattığı gibi, bazı surelerde detaylı ve uzun anlatıyor. Bazı surelerde zamanlama konusunda netliğe şahit olduğumuz gibi, bazı surelerde zamanlamadan çok konunun vurgulandığına şahit oluyoruz. Her bir ayet birbirini detaylandırıp, konuyu zaman ve olaylar açısından tam, hakkıyla anlamamıza sebep oluyor.

    Bu kişiler ise “bu ayetler içinden hangi ayeti seçerim de çarpıtarak konuyu bambaşka şekilde, kimseyi kızdırmadan yorumlayabilirim” dedikleri için yol kesme ile ilgili ayeti, aktardığım diğer o kadar ayetten bağımsız olarak anlatıp düşüncelerine zemin yapmaya çalışıyorlar. Benzer çarpıtmayı, evlilik dışı cinsel ilişki sapıklığını helal gibi göstermeye çalışanlar da yapıyor, bunu da başka bir yazıda detaylı anlattım.

    Yani bu kişiler öyle bir anlatıyor ki, eşcinsel sapıklıkta bulunanlar sanki yol kesmeselerdi Allah bu kavmi helak etmeyecekti. Adeta “esas sebebi budur” diyorlar.

    “Yol kesme” ile ilgili ifadeyi Mehmet Okuyan gibi değerli bir ilahiyatçının da “insan neslinin üreme yolunu kesme” anlamında, yani doğru yolu kesme, normal olanın önünü kesme, fıtrata uygun olanın önünü kesme şeklinde anladığını da vurgulayayım. Ancak ben Mehmet Okuyan hocamız gibi değil, doğrudan fiziksel olarak insanların yolunu kesme, tecavüze kalkışma anlamında anlıyorum. Bu konuda bir farklılık yok düşüncemde.

    Sorun şurada; bu kişiler o kadar ayeti görmezden gelip konuyu tecavüze indirgiyorlar kendilerince. Oysa ayetlerden kesinlikle helakın sebebinin sadece tecavüz etme olduğu çıkmadığı gibi, eşcinsel sapık ilişkiye devam etme olduğu çıkıyor. Yol kesme, bu sapıkların yaptığı ilave bir sapıklık. Ama bu ilave davranış, kesinlikle “helak sebepleri aslında budur, tecavüz etmeyip de kendi aralarında yapmaya devam etselerdi helak edilmeyeceklerdi” sonucunu çıkarmıyor.

    Burada çıkan esas sonuç şu; uyarılara rağmen eşcinsel ilişkide bulunmaya devam eden sapıklar, aynı zamanda yol da kesebilecek tiplerdir ki nitekim bunun Dünya çapında örneklerini bugün de görüyoruz. En basit örneğinden bakınız; NAMBLA. Kendi aralarında sapkınlık yaşayacaklar ne diye bu derece örgütlenir? Örgütlenme, normal göstermeye çalışma ve dayatmanın da bir adımıdır. Dayatma, zaten fiziksel yol kesmenin hemen öncesindeki adımdır, hatta doğrudan yol kesme demektir. Ya evlenen eşcinsel sapıkların küçücük çocukları evlat edinmelerine ne diyeceksiniz? Bu yol kesme değil mi sizce?!

    Hz. Lut’un uyardığı kavim, oradaki temiz insanlara göre çoğunluktu ve bir aradalardı. Çoğunluk oldukları için güç ellerindeydi, bu yüzden yol kesme eylemini de yapabiliyorlardı. Peki bugün Dünya geneline göre azınlık kalan bu sapkın gruplar aynı şeyi ne kadar yapabilir? Yapamazlar değil mi? Polis var, yasa var (genellikle). Bakın “yapmak istemezler” denilemez, “yapamazlar” denilebilir. Çünkü çoğunluk olduklarında yapabilirler fiziksel yol kesmeyi. Ayrıca evlatlık edinerek bir ölçüde yapıyorlar bu yol kesmeyi. O çocukların halini kimse düşünmüyor mu? Yasaları bile yavaş yavaş bunlara göre değiştiriyorlar farkında mısınız? Yoksa o çocukları nasıl alabilirler evlerine?

    Özetle, ayetteki ifade kesinlikle bu kavmin sadece başkalarına tecavüz ettikleri için helak edildiğini göstermiyor, bu sadece esas helak sebepleri olan eşcinsel ilişkinin yanındaki bir sebeptir. Ellerine güç geçse bugünküler de aynısını yapar, yapıyorlar. Ayetten, eşcinsel sapıkların, başkalarına tecavüz potansiyelli tipler olduğu sonucu da çıkıyor.

    Bir kısmının ‘esas helak sebebi’ olarak göstermeye çalıştıkları bir konu da, gelen yabancı misafirlere de tecavüz etmeye çalışmaları. Bu iddialarına delil getirmeye çalıştıkları ayetlerden biri de Kamer Suresinin 37. ayeti. 33. ayetten itibaren aktarıyorum:

    33- Lut kavmi de uyarıları yalanladı.
    34- Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık;
    35- Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz.
    36- Oysa andolsun, zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar, bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler.
    37- Andolsun onlar, onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. “İşte azabımı ve uyarmamı tadın.”


    Şimdi o konukların kimler olduğunu anlamak için diğer ayetlere de bakalım. Allah’ın bu konuklar ile ilgili yaptığı bir detaylandırmayı, Hicr Suresinin 61. ayetinden 71. ayetine kadar okuduğumuzda anlıyoruz. Açıkça görüyoruz ki bu misafirler, Hz. Lut’a kavmin helakını müjdelemek için gelen elçiler. Bu ayetleri okuyunuz, çünkü devamında o misafirlerin elçiler olmasının önemini de ayetlerle anlatacağım;

    61- Böylelikle elçiler Lut ailesine geldiklerinde,
    62- (Lut) Dedi ki: “Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz.”
    63- “Hayır” dediler. “Biz sana, onların hakkında kuşkuya kapıldıkları şeyle geldik.”
    64- “Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru söyleyenleriz.”
    65- “Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere gidin.”
    66- Ve onlara şu emri verdik: “Sabaha çıkarlarken onların arkası mutlaka kesilecektir.”
    67- Şehir halkı birbirlerine müjdeler vererek geldi.
    68- (Lut onlara) “Bunlar benim konuğumdur, beni utandırıp dillere düşürmeyin” dedi.
    69- “Allah’tan korkup sakının ve beni küçük düşürmeyin.”
    70- Dediler ki: “Biz seni ‘herkes(in işin)e karışmaktan’ alıkoymamış mıydık?”
    71- Dedi ki: “Eğer yapmak istiyorsanız, işte bunlar, benim kızlarım.”

    Dikkat ettiğiniz gibi, size misafirlerin kim olduğunu vurgulamak için 61. ayetten itibaren aktardım ama bu ayetlerin öncesi de bu konuyla bağlantılı ve her şeyi netleştiriyor. Bakın hemen öncesindeki 4 ayet, elçi olan bu misafirlerin Hz. Lut’a gelmeden önce Hz. İbrahim’e geldiklerini ve o kavmin kesinlikle helak edileceğini daha Hz. İbrahim’in yanındayken söylediklerini gösteriyor. Yani bu ne demek? Bu misafirler daha Hz. Lut’a gelmeden ve dolayısıyla sapkın kavim daha o misafirlere yaklaşmaya çalışmadan çok önce o kavmin helak edileceğini zaten bildiriyor Hz. İbrahim’e. Hüküm çoktan belli. Öyleyse bu kavmin esas helak sebebi, nasıl o misafirlere ahlaksızca yaklaşmaya çalışmaları olabilir? Elbette olamaz. Çünkü daha onlar gelmeden çok önce kesinlikle helaklık oldukları bildiriliyor. Helak olma sebepleri, eşcinsel sapık ilişkide bulunmaları. Konu net, ayetler çok net. Okuyalım;

    57- Dedi ki: “Ey elçiler, (bunun dışında, diğer) işiniz ne?”
    58- Dediler ki: “Gerçekte biz, suçlu, günahkar olan bir topluluğa gönderildik.”
    59- “Ancak Lut ailesi hariçtir; biz onların tümünü muhakkak kurtaracağız.”
    60- “Ama karısını (kurtaracaklarımız) dışında tuttuk, o, geride kalanlardandır.”


    Aynı konu Hud Suresinde de anlatılıyor ve hatta Hz. İbrahim’in, bu kavmin helakı konusunda tartışmaya girdiği de bildiriliyor. Gördüğünüz gibi her ayetteki detaylar, bizi çarpıtıcıların yorumlarından bir adım daha uzaklaştırıp, bir adım daha hak bilgiye yaklaştırıyor:

    74- İbrahim’den korku gittiği ve ona müjde geldiği zaman, Lut kavmi konusunda bizimle çekişip tartışmalara giriyor(du).
    75- Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen biriydi.
    76- “Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü gerçek şu ki, Rabbinin emri gelmiştir ve gerçekten onlara geri çevrilmeyecek bir azab gelmiştir.”


    76. ayetten sonrasını da okuyunuz.

    Bahsettiğim çarpıtıcı şahıslar, gerçekten sapkın eşcinsel örgütlenmelere karşı yenik düşmeye başlayan şahıslar ve bunlara maalesef sempatik görünmek istiyorlar.

    Ayetlerden net delilleri gösterdim, korkak ve rahatının kaçmasını istemeyen birçok insan elbette umursamayacak bu delilleri biliyorum. Ama ben bir müslüman olarak uyarmak zorundayım, bu şahıslar şöhret sahibi diye ya da akademisyen diye saçmalıklarına razı olmayın. Allah’a akademisyenliği ya da başka ifade ile uzman etiketini şirk koşmayın, Allah’ın Kitabına teslim olun sadece.

    Ben de değerli akademisyenlerden, samimi uzmanlardan sürekli istifade ederim ama bu bambaşka bir konu. Sonuçta ayetlerden açıkça gördüğümüz gibi bu kavmin esas helak edilme sebebi, o misafirlere ahlaksızca yaklaşmaya çalışmaları değil, zaten eşcinsel sapık ilişkiye kendi aralarında devam ediyor olmalarıdır. Çünkü helak olacakları çok daha önce bildiriliyor Hz. İbrahim’e. Ayetlere göre bu kavim, devamlı uyarıldıkları şey yüzünden helak oluyor. O sürekli uyarıldıkları şeyin ne olduğuna diğer ayetlerle tekrar bakalım.

    Neml Suresinin 54 ve 55. ayetlerinde buyrulduğu üzere Hz. Lut, bu kavmi, haram bir çirkin ahlaksızlık olan eşcinsellik sapıklığını yapmamaları için UYARIYOR. “UYARIYOR” kelimesini aklınızda tutunuz. Uyarı tamamen bununla ilgili. Ve 58. ayette de Allah “Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. UYARILANLARIN yağmuru ne kötüdür.” buyurarak bu kavmi, UYARILDIKLARI o konudan dolayı helak ettiğini bildirmektedir. Hz. Lut, bu kavmi, eşcinsellik sapıklığını yapmamaları için uyardı ve onlar bu uyarıyı dinlemeyip sapıklıklarına devam ettiler ve bunun sonucunda helak edildiler. Ayetleri okuyalım:

    54- Lut da; hani kavmine demişti ki: “Siz, açıkça gördüğünüz halde, yine de o çirkin utanmazlığı (fuhşu) yapacak mısınız?”
    55- “Siz gerçekten, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz.”
    56- Kavminin cevabı: “Lut ailesini şehrinizden sürüp çıkarın. Temiz kalmak isteyen insanlarmış” demekten başka olmadı.
    57- Biz de, onu ve ailesini kurtardık, yalnızca karısı hariç; onu geride (azap içinde kalanlar arasında) takdir ettik.
    58- Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılanların yağmuru ne kötüdür.


    Evet, Neml Suresindeki bu ayetleri de okuduğumuzda görüyoruz ki 55. ayette bildirilen o ahlaksızlığı yaptıkları için, yani kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaştıkları için helak oluyor bu kavim. Ayette vurgulanan konu bu. Sadece Nisa Suresinin 15 ve 16. ayetleri haram kılmıyor eşcinsellik sapıklığını, aynı zamanda bütün bu ayetlerin her biri açıkça haram kılıyor.

    Helaklarının esas sebebi bu. Başkalarına zorla yaklaşmaya çalışmaları ise, eşcinsel sapıkların çoğunluk olduklarında aynı zamanda başkalarına fiziksel tecavüzde bulunacaklarının işareti olur. Mesele, güç ve çoğunluk meselesi. Nitekim araştırıldığında, çocuk tecavüzlerinin arkasında da sıklıkla bunların çıktığını görüyoruz. Çünkü çocuk, onlara göre zayıftır. Güç, ellerine az da olsa geçince yapacaklarını yaparlar.

    Allah, Kitabına sarılmayı nasip etsin.

    Onur Mustafa Ezber