• Düşünce,  Müzik,  Sanat

    Müziği Kutsamak ile Müziği Doğru Değerlendirmek Arasındaki Fark

    137 kere okundu


    Müziğin Negatif Amaçla Kullanımı, Öfke ve Şiddet Duygularını Uyandırma Eğiliminin de Olması ve Saldırmadaki Etkisi

    Daha önce müziğin tek başına -ifademle- “nötr” oluşuna, yani iyi veya kötü amaçla da kullanılabilme potansiyeli olduğuna vurgu yapmıştım. Bir araç olan müziğin, bu yüzden tek başına “iyiliğe” veya “kötülüğe” sevk etmesinden söz edilemez. Hangi amaçla, hangi araçla, hangi ortamda kullanıldığına/üretildiğine ve arkasında var olan fikre göre bir hizmette bulunur müzik. Onu dinleyen bilinçlerdeki -önceden mevcut veya müzikle aktarılan- fikir ne ise, müzik o fikri pekiştirip destekler. İyi şeylere hizmet etmek için doğru kabullere, doğru fikirlere, doğru araçlara muhtaçtır. Bu durum, diğer sanat dalları için de geçerli.

     Müziğin, iyilik/güzellik için bunlara muhtaç oluşunun önemli delili, öfke ve şiddeti uyandırabilme yeteneğinin de olması ve ayrıca savaşlarda da bu amaçla kullanılmış olmasıdır. Bu yazıda, pek çok değerli bilgiyi barındıran bazı makalelerden kısa alıntılar yaparak konuyu özetleyeceğim.

     Adnan Menderes Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Geleneksel Türk Müziği Bölümü’nden Doç. Dr. Mustafa Oner UZUN ve Dr. Öğr. Üyesi Hülya UZUN’un hazırladığı “Müzikte Şiddet-Şiddette Müzik” başlıklı makalede, müziğin bazı etkileriyle ilgili olarak şunlar belirtiliyor:

     “Müzik insan beyninde sevgi, öfke, korku, coşku vb. duyguların yönetildiği yer olan limbik sistemi harekete geçirmede önemli bir işleve sahiptir.”

     “Müzik; sevgi, coşku, merhamet gibi olumlu davranışlara kaynaklık ettiği gibi; öfke, korku, kaygı vb. olumsuz davranışlara da kaynaklık etmektedir.”

     “Savaşlarda şiddetin arka plan müziği olarak kabul edebileceğimiz marşlar, karşı tarafa yani düşmana saldırma, yok etme veya saldırılara karşı korunmayı pekiştirici de olabilmektedir.”

     “Müziğin şiddeti içermesinin ve şiddet için bir araç olarak kullanılmasının altında yatan sosyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel etkenlerin neler olduğunun tespiti ve önlenebilme, ya da daha aza indirgenebilme olasılığının, disiplinlerarası çalışmalar ile ortaya konulması önerilmektedir.” [1]

     Bir Antik Yunan enstrümanının kullanım amacının incelendiği bir makalede ise müziğin savaştaki etkisi şöyle ifade ediliyor:

     “Müziğin etkilerinin kanıtlanmış olmasıyla birlikte antik dönem toplumları için şunları söyleyebiliriz. Müzik dinletisiyle savaşa gitmeleri esnasında öfke, coşku ve heyecan duygularını harekete geçirmesinin yanında geçmiş yıllarda yaşamış oldukları askerî sıkıntıları da bu duygulara eklemeleriyle, askerlerin rakiplerine korkusuzca saldırmalarını bekleyebiliriz.” [2]

     Aynı çalışmada müzik-duygu araştırmalarının ulaştırdığı sonuç, şu netlikle belirtiliyor:

     “Günümüzde müzik ve duygu konulu yapılan araştırmalar, müziğin insanlarda var olan şiddet duygusunu uyandırma eğilimine de sahip olduğu sonucuna ulaşmıştır.”

     Bireylerin gündelik yaşamda dinlemeyi tercih ettikleri müziğin, öfkelerine ve psikolojik durumları üzerine etkisinin olup olmadığının saptanmaya çalışıldığı, çok detaylı ve değerli verilerin açıklandığı bir çalışmadan ortaya çıkan sonuçların bu yazıyı ilgilendiren özeti de şu şekilde:

     “Müziğin insanlar üzerine olumlu ve olumsuz etkiler oluşturma özelliğinin olduğu araştırma sonucunda görülmüştür.” [3]


    Müziği ve Diğer Sanatları Kutsamanın Sonuçları Ne Olur?

    Müzik ve tabii ki diğer bütün sanat dalları her amaçla kullanılmaya müsait bir özgürlüğe, serbestliğe sahiptirler. Bu, iyi sonuçlanacak şekilde kullanımlarını mümkün kıldığı gibi, topluma zarar verebilecek şekilde kullanımlarını da mümkün kılmaktadır. Bütün bu aktarılan bilimsel ve mantığın ulaştırdığı sonuçlara göre müzik ve diğer sanat dallarıyla üretilen eserleri tamamıyla onaylamak, sağlıklı, temiz ve iyi bir toplumun olmasını hedefleyenlerin yapamayacağı bir şeydir. Müzik ve diğer sanat dallarını kutsamak, yüzeysel ve akıl dışı bir davranıştır.

     Müziği ve diğer sanatları doğru yönlendirilmeye muhtaç birer araç olarak görmek yerine onları kutsamanın ardındaki psikoloji ayrıca incelenebilir, fakat bunun nasıl felaketleri doğuracağı ortadadır. Bu araçları “her şeyin çözümü” gibi sunmak, hem düşünme eksikliğinin bir sonucudur, hem de insanları düşünülmesi gereken önemli gerçeklerden “şirin” bir görünümle uzak tutma niyeti taşımaktadır. Muhtemelen bu tip insanlar sahip oldukları ideoloji sebebiyle, bir araç olan sanatı, zihinlerin yönelmesi gereken esas ve büyük meselelerin yerine koymaya çalışarak -ki bunlar aslında sanatı da kapsar- akılları bu hususlara kapatmaya çalışmaktadır.

    Doğru değerlendirmek yerine, sanatı kutsama konusunda ısrar edecek olanların, birçok sanat eserini dışlayan bir biçimde yeni bir müzik ve sanat tanımı yapması gerekir. Çünkü ancak bu tanımı yaparlarsa zalimlikten belki kurtulabilirler. Fakat bu tanımı yapmaları durumunda da kendi kafalarına göre birçok eseri “sanat dışı” olarak etiketlemiş olacaklardır ki kendilerine “kime sordunuz da dışladınız?” şeklinde haklı bir soru yöneltilir. Özetle bu durum, tuhaf felsefi çelişkiler doğurur.

    Bu yüzden hep daha çok düşünmek ve ondan sonra konuşmak gerekli diyorum. Çelişkiye ve gülünç duruma düşmemek ve topluma gerçekten faydalı olmak için de ciddi düşünmeye ihtiyacımız var.

    Onur Mustafa Ezber


    Kaynaklar:

    [1] UZUN, M. O., & UZUN, Ö. Ü. H. MÜZİKTE ŞİDDET-ŞİDDETTE MÜZİK Öz.

    [2] İkibeş, S. (2021). ANTİK HELEN ENSTRÜMANI AULOS VE ONUN ASKERİ ACIDAN İNCELENMESİ. Balkan Müzik ve Sanat Dergisi3(1), 73-88.

    [3] Sezer, F. (2011). Öfke ve psikolojik belirtiler üzerine müziğin etkisi. Uluslararası insan bilimleri dergisi8(1), 1472-1493.



  • Düşünce

    Müzik Ne Değildir?

    89 kere okundu

    Bu, müzik üzerinde düşünmeye teşvik amacıyla yazdığım bir sorgulama yazısıdır.

    Müzik, sadece amaçla şekillenen bir araçtır ve kimseyi yargılamak gibi bir özelliği yoktur. Yeryüzünde farklı fikirlere sahip her türlü insanın müzikle bir şekilde, az çok ilgilenebilmesinin sebebi de budur. Kaba ifadeyle; önüne gelen müzik yapabilir, iyi insan kötü insan seçmez/seçemez.

    Yetenekli-yeteneksiz ayrımına da inanmadığımı sıklıkla ifade ederim ve bu yakıştırmaları yüzeysel bulurum. Her insan müziğe yeteneklidir, nasıl yetenekli olmasın ki konuşurken bile müzik yapmaya muhtaç! Tabi biz “müzik”ten ne anlıyoruz veya birkaç müzik kültürü/türü ile mi onu sınırlandırıyoruz bunu sorgulamamız lazım.

    Müziğe en uzak görülen insan bile en azından konuşurken fark etmeden farklı sesleri ve belli zamanlamalarla çıkartarak cümlelerinin anlamını netleştirir; mesela “ben müzikten nefret ederim” derken bile müzik yapmış olur. Çünkü buna mecburdur. Tespit etmekte zorlanacağımız kadar farklı sesleri kullanmıştır, hatta sadece tek bir sesle söylemek için kendini zorlasa bile yine müziğin bir parçası olan ritmi kullanmak zorunda kalmış olur. Müzikten kaçamaz, bunları terk ederse mesajı anlaşılmaz. Dilin, kağıtlara yazılmayan parçasıdır müzik. Konuşma sırasında müzik öyle doğal yapılıyor ki zamanla, yönlendirici küçük ek işaretlerin yazımı bile kaldırılıyor, çünkü zaten öyle seslendirilmesi gerektiği bilinir oluyor.

    Müzikle herkes iç içedir ve onu bir araç olarak kullanır. Fakat genelde, mesajını iletmeye çalışırken sesleri farklılaştırıyor olduğunun farkında olanları ve sesleri diğer insanlara göre daha yalın kullananları anlatmak için “müzisyen” kelimesini kullanıyoruz.

    Müzik hakkında herkes kendi bulunduğu noktaya göre farklı şeyler söyleyebiliyor. Onun hakkında bir şeyler söylemek, onu tanımlamaya çalışmak bile araç edinilebilen bir şey. Bu yazıda değinmek istediğim esas nokta da burası. Müziği tanımlamaya çalışırken gerçekten sadece müziğin ne olduğunu mu düşünüyorsunuz, yoksa onunla beraber olmasını istediğiniz fikir, davranış, hal, hayat tarzı ve ortam ile bütünleşmiş bir şeyi mi kastediyorsunuz “müzik” derken?

    Müzik hakkında bir şeyler söyleyenler, oturup “müzik nedir?” diye düşünüp eksiksiz ve çelişkisiz bir sonuca ulaşmış da mı konuşuyordur? Yoksa tanımladıkları şey tek başına “müzik” değil de, içinde müziğin de olduğu bir paket mi oluyor? Bunu ifade etmese bile müziği o zannediyor; müziği, onun yanında hayal ettikleriyle ayrılmaz bir bütün zannediyor.

    Müzik hakkında kendimce daha önce tanımlamalar yapmaya çalışmıştım ama bu yazının konusu “müzik nedir?” gibi derin bir mesele değil, daha yüzeysel bir mesele, içinde bir çocuğun bile ortaya koyabileceği tespitleri içeren bir mesele; müzik ne değildir? Müziğin ne olmadığıyla ilgili bu basit ama maalesef yine de gerekli tespitleri yaptıktan sonra ancak müzik nedir diye düşünmeye başlayabiliriz. Konuyla ilgili olarak aşağıdakilerden daha fazla örnek verilebilir, fakat günümüzde ve özellikle toplumumuzda müzikle en çok yapışık algılandığını düşündüklerimi vurguladım. Üzücü ki bunları belirtmeye bile ihtiyaç var. Düşünerek bu 1. basamağın aşılabilmesi gerekiyor ki ötesine geçebilelim.

    * Müzik, şarkı söylemek değildir. > Fakat müzikle beraber bir takım sözler de söyleyebilir ve dolayısıyla şarkı söyleyebilirsiniz.

    * Müzik, eğlence işi değildir. > Müzik bir eğlence aracı olarak kullanılabilir, fakat onunla eğlenilme zorunluluğu yoktur. Her insan kendi kapasitesine göre iç dünyasında müziği farklı değerlendirebilir.

    * Müzik, dans etmek değildir. > Müzik eşliğinde tercihe göre bir takım hareketler yapılabilir ve yine tercihe göre bu hareketler insanlara gösterilebilir. Fakat müziği, böyle hareketler yapıp gösterme amacıyla kullanmayı tercih etmeyen veya hoşlanmayan biri, müziği daha şuurlu ve içten hissederek onu topluma faydalı hale getiren bir müzisyen olabilir.

    * Müzik, klasik batı müziği değildir. > Klasik batı müziği, bir okyanusun, belli dizilimlere bağlı küçücük bir parçasıdır. Klasik batı müziğini tamamen terk eden birini yine sonsuz çeşitlilikte, üretilmiş ve üretilebilecek eser beklemektedir.

    * Müzik, belli bir fikri ve belli bir hayat tarzını zorunlu kılan bir şey değildir. > İstisnasız her fikre sahip ve her karakterde insan müzik yapabilir.

    * Müzik, iyilikler getiren kutsal bir şey değildir. > Müziği kullanarak insanlara niyetinize göre iyilikler yapabilir, hatta belki şifa aracı olarak kullanabilirsiniz. Fakat müzikle insanları rahatsız da edebilirsiniz. Hatta savaşlarda karşı tarafla mücadele etme, dolayısıyla öldürme konusunda cesaretlendirmek için de askerlere belli müzikler dinletilebilmektedir.
    Bununla beraber, müziğin bazı sözlerle birleştirildiğinde nasıl intihar olaylarına sebep olabildiğini bu ülkede de gördük. Niye gördük? Düşünüp sorgulayalım diye gördük…

    Onur Mustafa Ezber

  • Düşünce

    KLASİK SORU; “MUTLULUK NEDİR?” VE MUTLULUK TANIMIM ÜZERİNE BİR SORGULAMA

    182 kere okundu


    Zaman zaman size de yönelmiş bir biçimde karşılaştığınız bu soru, her ne kadar yeterli ciddiyetle sorulmayan bir hale dönüşmüş gibi gözükse de belki de insanı ilgilendiren en önemli soru. Çünkü kim ne kadar inkar ederse etsin, aslında herkesin tek amacı mutlu olmak. Fakat elde etmeye çalışma yolları farklı. Mutluluk, esas hedef olmasına rağmen neden sanki tanımı bilinmiyormuş ya da anlaşılamamış gibi bu soru dolaşır insanlar arasında?

    Bir de esas hedefimiz bu değilmiş gibi bir hale sokarız kendimizi, kendimize fiziksel veya psikolojik zorluk veren şeyleri bile bile yaparak. Fakat bunun da esas amacı yine mutlu olabilmektir. Neden mutluluğun yolu bazen zorluk/acı çekmeye kadar uzanabiliyor? Bu ruh haline ulaşmanın, neden bu kadar farklı yolları olabiliyor?

     Bizim için belli şartlar oluştuğunda ulaştığımız ruh halini, 5 duyu aracılığıyla iletişim adına “mutluluk” kelimesiyle ifade ediyoruz.  “Mutluluk” kelimesi ile hangi halimizi özetlemeye çalışıyoruz?

    Mutluluk artışını, beklenti azlığına bağlayanlar olmuş. Mesela Hint kökenli Kanada doğumlu kişisel gelişim ve liderlik uzmanı Robin Sharma’nın şu sözü aktarılır sık sık: “İnsan beklentisi kadar mutludur. Formül: sıfır beklenti, sonsuz mutluluk.” Buradan yola çıkarak da beklentileri sınırlamak, azaltmak önerilir. Peki gerçekten insanların beklentilerini sınırlaması, hatta sıfırlaması mümkün mü pratikte? Ya da kaç kişi için mümkün? Bazen bize göre yokluk içinde yaşayan Afrikalı çocukların mutluluğu buna delil gösterilir. Robin Sharma’nın sözünün veya benzerlerinin reddini yapmıyorum, sadece farklı bir noktaya dikkat çekiyorum. Bu paragrafı şu soruları sorarak bırakmak istiyorum: “Beklentilerimiz” gibi gözüken şeyler gerçek beklentilerimiz mi yoksa itiraf edemediğimiz gerçek beklentilerimiz için bir araç olmasını umduklarımız mı? Acaba esas beklentimiz hiç değişmiyor da, o esas beklentiye aracı olacağını düşündüğümüz şeylerin türü değişiyor ya da sayısı mı artıyor veya azalıyor zaman zaman?

    Benim mutluluk tanımım şöyle:

    Mutluluk, kişinin kendini haklı hissetmesidir.

    Bunu diğer bir ifade ile; mutluluk, kişinin içinde yerleşik olan “adalet” ile çelişkiye düşmemesidir
    şeklinde de ifade edebiliriz.

    Neden mutluluğun gerçek tanımının bu olduğu sonucuna varıyorum? Bu soruya bir kitap yazacak kadar uzun da cevap verebilirim ama kısa ve net örneklerle, aklımdaki tespitleri toparlayabilirsem bu yazıda anlatmaya çalışacağım.

    Bunu ifade ettiğimde bazen “mutluluk, kişinin haklı çıkmasıdır” şeklinde yanlış anlaşılabiliyor halbuki bunu söylemiyorum, dediğim tam olarak şu; “mutluluk, kişinin kendini haklı hissetmesidir”, ikisi arasında çok fark var. Burada kişinin herhangi bir tartışmada haklı çıkmasından bahsetmiyorum, herhangi bir tartışmayla alakası yok, böyle basit yüzeysel bir şey değil; konu, kişinin ne hissettiği.

    İnsanlar ömürleri boyunca haklılık hissini elde etmek için gayret ederler ve kendi veri tabanlarına göre kendilerini haklı durumda, yani “doğru yolda” hissettiklerinde “mutlu” olurlar. Fakat esas hedef olan bu his, buna birer aracı olan olaylar/düşünceler arasında örtüldüğü için mutluluklarının bundan kaynaklandığını açıkça tespit veya itiraf etmez insanlar.

    Hatta bu hissi, kendilerini kandırarak elde etmeye çalışanlar da vardır. Kendilerini haklı hissetmek için görmek istediklerini görürler, düşünmek istedikleri gibi düşünürler, diğerlerine gözlerini/kulaklarını kapatırlar.

    Bir şeyleri yanlış yaptıklarını düşündükleri zaman 2 seçenekleri vardır; ya vicdan azabı çekmek, ya da kendilerini haklı olduklarına inandırmak için çeşitli telkinleri oluşturmaya çalışmak. Vicdan azabı çeken, haksızlığını itiraf etmiştir ve doğru olan ne ise onları yaparak haklılık hissine ulaşmaya çalışır. Diğeri ise kendisinin haklı (doğru yolda) olduğuna kendisini inandırmak için telkinlere sığınır. Bu telkinleri ya kendi kendine yapar, ya da “yakınım” dediği kişilere bir şekilde yaptırmaya çalışır. Kimisi bunun için saatlerce “yakını” ile sohbet eder, yaşadıklarını anlatır. Üstü örtülü “sen haklısın” mesajını alana kadar içini döker. Bu hissi aradıklarını bildiğiniz için belli durumlarda sohbet ettiğiniz çoğu kişiye, empati yaparak “çok haklısın” ya da “sen de haklısın” demiş olmanız, bu anlattığımı özetliyor.

    “İnsanlar ömürleri boyunca haklılık hissini elde etmek için gayret ederler” ifadem çok “aşırı” veya “gereksiz genelleyici” gibi duruyor olabilir fakat bunun, gerçeğin kendisi olduğunu düşünüyorum, sadece ispat ve itiraf etmesi zor. Zorluğunun sebebi; fiil ve düşüncelerinin ardındaki derinliğe inmek isteyen samimi insan sayısının az olması. Haklı hissetmenin yollarını çoğunlukla kendimizden bile gizli şekilde ararız.

    Belli bir yaşa geldikten sonra; Bu hissi elde etmek için okula gideriz, bu hissi elde etmek için okuldan kaçarız, bu hissi elde etmek için işe gideriz, bu hissi elde etmek için işten kaçarız, bu hissi elde etmek için; kavga ederiz, insanları barıştırırız, çocuk sahibi oluruz veya çocuk sahibi olmak istemeyiz, profesör oluruz veya akademisyenliğin sınırlayıcı olduğunu düşünürüz, sanat, bilim ile ilgileniriz, çevre ediniriz veya yalnızlığı seçeriz, bu hissi elde etmek için araba, ev, eşya alırız veya yine bu hissi elde etmek için fakirleşene kadar bütün malımızı insanlara dağıtırız vs… Hatta bu dediklerimi eksik anlayıp, “hayır ben haklı hissetmek için yaşamıyorum” diyebilecek olanlar da yine bu hissi elde etmek için bunu söylerler.

     “Haklı hissetmenin” açılımı yukarıda da ifade ettiğim gibi, insanlara karşı haklı çıkmak falan değil, daha derin ve içimizde yerleşik bir histen bahsediyorum. Tersten düşünürsek bu; suçluluk duymamaktır. Geçmişe dönüp baktığımızda kendi bilgimize göre “tamam ben haklıyım”, “doğru bir hayat yaşadım” dediğimizde mutlu hissediyoruz.

    “Haklı hissetmek” istemenin temelinde evrensel ve kaçılamayan “adalet” kavramı var. İçimizde yerleşik olduğunu belirttiğim kavram bu. Bir hırsız bile kendini kandırarak çalar, yani herkes kendi yaptığını meşrulaştırarak yapar. En büyük zalimler, yaptıklarını meşrulaştırarak yaparlar. Haklılık hissini kendilerini kandırarak elde etmeye çalışanlar ya yeni veriler edinerek, ya sorgulamalarını baskılayan şartlanmalara tutunamayacak hale gelerek ya da zamanın getireceği ‘zorunlu geniş açıdan bakma hali’ne ulaşarak aslında haksız oldukları sonucuna ulaşırlar er geç. Ve sonunda “adalet” onları üzer.

    Psikolojide onay görmeyen insanların mutsuzluğu anlatılır sık sık. Oysa yaptıklarının doğru olduğuna tam emin olacak kadar sorgulayıp, iyi niyetle derinleşmiş bir birimin kendisini haklı hissetmesi ve dolayısıyla mutlu olması için onay görmesine de gerek kalmaz. Hatta bazen bize yönelik yapılan onaylar, biz haksız bir hayat içinde olsak da bizi kendimize haklı hissetirmek suretiyle zarar verebilir. Bu yüzden bazen sahip olunan beden güzelliği, zenginlik, güç veya herhangi bir yetenek, insanların bizi (hayranca bakış veya sözlerle) onaylamasına yardımcı olmak suretiyle kendimizi haklı bir hayat yaşıyor zannettirerek dezavantaj haline dönüşebilir. Geçici beden güzelliğini kullanıp şöhret olan nice tip, bu onay bombardımanı yüzünden kendisini sorgulamaz halde musmutlu bir hayat yaşamaktadır; temelsiz/bitecek ve geniş açıdan bakmayı engelleyen bir mutluluk.

    Nadiren de olsa bazen insanların gözünde haksız çıkmaya razı oluruz, ama bunu da yine kendimizi haklı hissetmek için yaparız, çünkü bunun bir üstünlük (erdem) olduğuna kendi içimizde inanmışızdır. “Boşver büyüklük sende kalsın” lafının bu gezegende açığa çıkmış olması, bu dediğimi ispatlamaya kâfi.

    Sanat ile örnek verelim; İnsan, “hüzünlü” bir müzik dinlemeyi tercih edebilen bir varlık. Niye peki, mutsuz olmak için mi? Tabi ki mutsuz olmak için değil. Kişi ağlasa bile o “hüzünlü” müziği mutlu olmak için dinler. “Hüzün” adı takılan şey altında kişi kendisinin haklı olduğu, yani evrende doğru tarafta yer aldığı telkinine ulaşmaya çalışır. Sonuçta o müziğin sonunda suçluluk hissiyle çıkmaz; hayatta çileler çekerek doğru yolda mücadele etmenin getireceği hisse benzer bir hissi müzik aracılığıyla tatmak ister.

    Kendi içinde bir düzen/uyum barındıran ses topluluğu için “müzik” diyoruz, her ses topluluğu için demiyoruz. Kendi içinde bir düzen/uyum barındıran bir bütünü bir fikre temel yapmaya çalıştığınızda bu, o fikri belli bir noktaya kadar da olsa “dayanaklı”, “zemini sağlam” gibi algılattırır.

    Müzik ile ilgileniyor olmamla beraber onun insanın içinde oluşturduğu esas şeyin ne olduğunu da düşünüyorum ve aynı sonuca ulaşıyorum; kişinin kendini haklı hissetmesi. “Hüzünlüsü”, “neşelisi” fark etmez, hepsi kişi de var olanı destekler. Çünkü müzik insanı suçlamaz, yargılamaz, “bu doğru, bu yanlış” demez. Müziğin yaptığı şey; kişinin iç dünyasında mevcut olanı desteklemek/arttırmak, onların doğru olduğunu telkin etmek, pekiştirmek.

    Savaşlar için bile askerlere dinletmek üzere müzikler hazırlanır, neden? Çünkü bu onların haklılık hissini ve dolayısıyla mücadele isteklerini arttırır. Müziğin kullanıldığı her alanı düşünün, hepsi verilen mesajın doğruluğunu pekiştirmeyi hedefler.

    Haksız hissetmemek için sığınılan şeyler vardır; beyni uyuşturmak gibi. Beyni uyuşturan şeylere en basit örnek alkol. Diğer uyuşturucular; sığınılan temelsiz kabuller/düşünceler. Kişiler kendilerini haksız hissetmemek için belli mantıklar kurarak hayatta yaptıklarını meşrulaştırırlar. Daha geniş pencereden bakmayı sürekli ötelerler. Daha çok, kendilerini onaylayan çevre içinde bulunurlar.

    İnsanları suçlama, yargılama, etiketleme veya övme hep kişinin kendisini haklı hissetmek için sığındığı yöntemlerdir. Oysa dediğim gibi adalet içimizde yerleşiktir, bir gün şartlanmalar zorunlu olarak üzerimizden kalkacak ve tablodaki gerçek yerimizi göreceğiz.

    4. paragrafta bahsettiğim esas beklentimiz, işte bu haklılık hissidir. İnsanların gerçekten beklediği; para, ev, araba, kariyer, şöhret, yüksek puan vs. değil, bunların getirebileceği onaylanma (haklı olma) hissidir. Bunları elde edip haksız hisseden kimse yine mutlu olamaz. Ama bunlarsız da olsa kendini haklı hisseden ise mutlu olur.

    2. paragrafta sorduğum; neden mutluluğun yolu bazen zorluk/acı çekmeye kadar uzanabiliyor? sorusunun cevabı da “adalet” kavramında gizlidir. İnsan zorluklar yaşadığında, suçluluk hissetmesine sebep olacak şeyler azalır. Bazen insanların kendilerini cezalandırmalarının sebebi de, yaptıkları yanlışlara karşılık olarak içlerindeki adaletin kendilerini acı çekmeye sevk etmesidir. Böylece haksız hissetme durumundan kurtulmaya çalışırlar farkında bile olmadan.

    Peki gerçekten doğru olanları yaparak, yani gerçekten haklı olarak haklı hissetmenin yolu nedir? Aslında bence sadece iyi niyettir. Bu niyet zaten bize gerçekleri arama, adil düşünme ve bu yolda bedeller ödeme isteğini getirecektir. Bunlar ise mutluluğu.

    Evrende var olmuş sınırlı ve bilinç sahibi bir varlık olan insan, bu bilincini hangi konuya yönelttiğinde adil ve haklı olur?

    Haklı hissetmek için temeller oluşturmaya çalışmak, kendimizi kandırmaktır. Bundan kurtulup, hiçbir boyut ve koşulda değişmeyecek şekilde haklı olmanın yolunu istemek umuduyla…

    Onur Mustafa Ezber

  • Düşünce

    EVRENSEL GERÇEK: HER SINIRLI, VARLIĞI, KENDİNE GÖRE ALGILAR

    232 kere okundu

    İnsanları yargılama, etiketleme, bir kalıba sokma, açıklayabilme çabası; kozalarında mutlu olmak isteyen insanların hastalığıdır. Bu hastalığın kaynağı; kişinin kendi hayat görüşünü ve yolunu meşrulaştırmaya çalışarak iç dünyasında kendini “haklı (doğru yolda)” hissetmeye çalışması, kabulleri-hayat tarzı ile çelişme ihtimali olabilecek hiçbir şeyi çevresinde bırakmamak/yaşatmamak istemesidir.
    Bu isteği, insanları da etiketleyip dünyasında bir yere yerleştirerek rahatlamasını gerektirir.

    Oysa her sınırlı için olduğu gibi insan için de her şey, kendine GÖREdir. İnsanların gerçek niyet, düşünce, kabul, his ve durumlarını tespit edebileceğine kendini inandırmış birim ise bu göreliliği, izafiyeti reddederek; her şeye hakim, sınırsız bilgi ve kapasiteye sahip olduğu iddiasında bulunmuş olur üstü kapalı şekilde.

    İnsan beyni/zihni zannedilenden çok daha fazla derinliğe/genişliğe sahiptir. Bir insanı gerektiği gibi değerlendirebilmek; davranışlarının, duruşunun, sözlerinin, konuşmasının, sessizliğinin gerçek anlamını çözebilmek hiçbir sınırlı için mümkün değildir. Bunların anlamını belki kişi ancak sorgulamasıyla, samimiyetle derinleşebildiği ölçüde kendi kendine çözebilir o da bir yere kadar. Bunun için denmiştir ki; “hakkıyla değerlendirmek ancak sınırsıza mahsustur”.

    “Beden dili ile anlama” gibi insan zihnini küçümseyen ilkel yöntemler de insanı çözdürmez. Kişi karşısındakinde çoğunlukla, kendi veri tabanına göre kendi -niyeti- ni görür. İnsan olarak bizim, insanların iç dünyasını çözmeye çalışmak gibi bir sorumluluğumuz yok, insanlar bizim istediğimiz gibi olmak ve istediğimiz düşünme yöntemlerine bağlı olmak zorunda değil. Çevremize en büyük yararımız, kendimizi sorgulamakla olur diye düşünüyorum.

    Sonuç;

    *kötülük = sorgulamamak = sonsuzu hissetmemek = haddi reddetmek = etiketlemek = dayatmak

    *iyilik = sorgulamak = sonsuzluğu hissetmek = haddi idrak = “göre” yi kabul = saygı

    Onur Mustafa Ezber