Düşünce

KLASİK SORU; “MUTLULUK NEDİR?” VE MUTLULUK TANIMIM ÜZERİNE BİR SORGULAMA

183 kere okundu


Zaman zaman size de yönelmiş bir biçimde karşılaştığınız bu soru, her ne kadar yeterli ciddiyetle sorulmayan bir hale dönüşmüş gibi gözükse de belki de insanı ilgilendiren en önemli soru. Çünkü kim ne kadar inkar ederse etsin, aslında herkesin tek amacı mutlu olmak. Fakat elde etmeye çalışma yolları farklı. Mutluluk, esas hedef olmasına rağmen neden sanki tanımı bilinmiyormuş ya da anlaşılamamış gibi bu soru dolaşır insanlar arasında?

Bir de esas hedefimiz bu değilmiş gibi bir hale sokarız kendimizi, kendimize fiziksel veya psikolojik zorluk veren şeyleri bile bile yaparak. Fakat bunun da esas amacı yine mutlu olabilmektir. Neden mutluluğun yolu bazen zorluk/acı çekmeye kadar uzanabiliyor? Bu ruh haline ulaşmanın, neden bu kadar farklı yolları olabiliyor?

 Bizim için belli şartlar oluştuğunda ulaştığımız ruh halini, 5 duyu aracılığıyla iletişim adına “mutluluk” kelimesiyle ifade ediyoruz.  “Mutluluk” kelimesi ile hangi halimizi özetlemeye çalışıyoruz?

Mutluluk artışını, beklenti azlığına bağlayanlar olmuş. Mesela Hint kökenli Kanada doğumlu kişisel gelişim ve liderlik uzmanı Robin Sharma’nın şu sözü aktarılır sık sık: “İnsan beklentisi kadar mutludur. Formül: sıfır beklenti, sonsuz mutluluk.” Buradan yola çıkarak da beklentileri sınırlamak, azaltmak önerilir. Peki gerçekten insanların beklentilerini sınırlaması, hatta sıfırlaması mümkün mü pratikte? Ya da kaç kişi için mümkün? Bazen bize göre yokluk içinde yaşayan Afrikalı çocukların mutluluğu buna delil gösterilir. Robin Sharma’nın sözünün veya benzerlerinin reddini yapmıyorum, sadece farklı bir noktaya dikkat çekiyorum. Bu paragrafı şu soruları sorarak bırakmak istiyorum: “Beklentilerimiz” gibi gözüken şeyler gerçek beklentilerimiz mi yoksa itiraf edemediğimiz gerçek beklentilerimiz için bir araç olmasını umduklarımız mı? Acaba esas beklentimiz hiç değişmiyor da, o esas beklentiye aracı olacağını düşündüğümüz şeylerin türü değişiyor ya da sayısı mı artıyor veya azalıyor zaman zaman?

Benim mutluluk tanımım şöyle:

Mutluluk, kişinin kendini haklı hissetmesidir.

Bunu diğer bir ifade ile; mutluluk, kişinin içinde yerleşik olan “adalet” ile çelişkiye düşmemesidir
şeklinde de ifade edebiliriz.

Neden mutluluğun gerçek tanımının bu olduğu sonucuna varıyorum? Bu soruya bir kitap yazacak kadar uzun da cevap verebilirim ama kısa ve net örneklerle, aklımdaki tespitleri toparlayabilirsem bu yazıda anlatmaya çalışacağım.

Bunu ifade ettiğimde bazen “mutluluk, kişinin haklı çıkmasıdır” şeklinde yanlış anlaşılabiliyor halbuki bunu söylemiyorum, dediğim tam olarak şu; “mutluluk, kişinin kendini haklı hissetmesidir”, ikisi arasında çok fark var. Burada kişinin herhangi bir tartışmada haklı çıkmasından bahsetmiyorum, herhangi bir tartışmayla alakası yok, böyle basit yüzeysel bir şey değil; konu, kişinin ne hissettiği.

İnsanlar ömürleri boyunca haklılık hissini elde etmek için gayret ederler ve kendi veri tabanlarına göre kendilerini haklı durumda, yani “doğru yolda” hissettiklerinde “mutlu” olurlar. Fakat esas hedef olan bu his, buna birer aracı olan olaylar/düşünceler arasında örtüldüğü için mutluluklarının bundan kaynaklandığını açıkça tespit veya itiraf etmez insanlar.

Hatta bu hissi, kendilerini kandırarak elde etmeye çalışanlar da vardır. Kendilerini haklı hissetmek için görmek istediklerini görürler, düşünmek istedikleri gibi düşünürler, diğerlerine gözlerini/kulaklarını kapatırlar.

Bir şeyleri yanlış yaptıklarını düşündükleri zaman 2 seçenekleri vardır; ya vicdan azabı çekmek, ya da kendilerini haklı olduklarına inandırmak için çeşitli telkinleri oluşturmaya çalışmak. Vicdan azabı çeken, haksızlığını itiraf etmiştir ve doğru olan ne ise onları yaparak haklılık hissine ulaşmaya çalışır. Diğeri ise kendisinin haklı (doğru yolda) olduğuna kendisini inandırmak için telkinlere sığınır. Bu telkinleri ya kendi kendine yapar, ya da “yakınım” dediği kişilere bir şekilde yaptırmaya çalışır. Kimisi bunun için saatlerce “yakını” ile sohbet eder, yaşadıklarını anlatır. Üstü örtülü “sen haklısın” mesajını alana kadar içini döker. Bu hissi aradıklarını bildiğiniz için belli durumlarda sohbet ettiğiniz çoğu kişiye, empati yaparak “çok haklısın” ya da “sen de haklısın” demiş olmanız, bu anlattığımı özetliyor.

“İnsanlar ömürleri boyunca haklılık hissini elde etmek için gayret ederler” ifadem çok “aşırı” veya “gereksiz genelleyici” gibi duruyor olabilir fakat bunun, gerçeğin kendisi olduğunu düşünüyorum, sadece ispat ve itiraf etmesi zor. Zorluğunun sebebi; fiil ve düşüncelerinin ardındaki derinliğe inmek isteyen samimi insan sayısının az olması. Haklı hissetmenin yollarını çoğunlukla kendimizden bile gizli şekilde ararız.

Belli bir yaşa geldikten sonra; Bu hissi elde etmek için okula gideriz, bu hissi elde etmek için okuldan kaçarız, bu hissi elde etmek için işe gideriz, bu hissi elde etmek için işten kaçarız, bu hissi elde etmek için; kavga ederiz, insanları barıştırırız, çocuk sahibi oluruz veya çocuk sahibi olmak istemeyiz, profesör oluruz veya akademisyenliğin sınırlayıcı olduğunu düşünürüz, sanat, bilim ile ilgileniriz, çevre ediniriz veya yalnızlığı seçeriz, bu hissi elde etmek için araba, ev, eşya alırız veya yine bu hissi elde etmek için fakirleşene kadar bütün malımızı insanlara dağıtırız vs… Hatta bu dediklerimi eksik anlayıp, “hayır ben haklı hissetmek için yaşamıyorum” diyebilecek olanlar da yine bu hissi elde etmek için bunu söylerler.

 “Haklı hissetmenin” açılımı yukarıda da ifade ettiğim gibi, insanlara karşı haklı çıkmak falan değil, daha derin ve içimizde yerleşik bir histen bahsediyorum. Tersten düşünürsek bu; suçluluk duymamaktır. Geçmişe dönüp baktığımızda kendi bilgimize göre “tamam ben haklıyım”, “doğru bir hayat yaşadım” dediğimizde mutlu hissediyoruz.

“Haklı hissetmek” istemenin temelinde evrensel ve kaçılamayan “adalet” kavramı var. İçimizde yerleşik olduğunu belirttiğim kavram bu. Bir hırsız bile kendini kandırarak çalar, yani herkes kendi yaptığını meşrulaştırarak yapar. En büyük zalimler, yaptıklarını meşrulaştırarak yaparlar. Haklılık hissini kendilerini kandırarak elde etmeye çalışanlar ya yeni veriler edinerek, ya sorgulamalarını baskılayan şartlanmalara tutunamayacak hale gelerek ya da zamanın getireceği ‘zorunlu geniş açıdan bakma hali’ne ulaşarak aslında haksız oldukları sonucuna ulaşırlar er geç. Ve sonunda “adalet” onları üzer.

Psikolojide onay görmeyen insanların mutsuzluğu anlatılır sık sık. Oysa yaptıklarının doğru olduğuna tam emin olacak kadar sorgulayıp, iyi niyetle derinleşmiş bir birimin kendisini haklı hissetmesi ve dolayısıyla mutlu olması için onay görmesine de gerek kalmaz. Hatta bazen bize yönelik yapılan onaylar, biz haksız bir hayat içinde olsak da bizi kendimize haklı hissetirmek suretiyle zarar verebilir. Bu yüzden bazen sahip olunan beden güzelliği, zenginlik, güç veya herhangi bir yetenek, insanların bizi (hayranca bakış veya sözlerle) onaylamasına yardımcı olmak suretiyle kendimizi haklı bir hayat yaşıyor zannettirerek dezavantaj haline dönüşebilir. Geçici beden güzelliğini kullanıp şöhret olan nice tip, bu onay bombardımanı yüzünden kendisini sorgulamaz halde musmutlu bir hayat yaşamaktadır; temelsiz/bitecek ve geniş açıdan bakmayı engelleyen bir mutluluk.

Nadiren de olsa bazen insanların gözünde haksız çıkmaya razı oluruz, ama bunu da yine kendimizi haklı hissetmek için yaparız, çünkü bunun bir üstünlük (erdem) olduğuna kendi içimizde inanmışızdır. “Boşver büyüklük sende kalsın” lafının bu gezegende açığa çıkmış olması, bu dediğimi ispatlamaya kâfi.

Sanat ile örnek verelim; İnsan, “hüzünlü” bir müzik dinlemeyi tercih edebilen bir varlık. Niye peki, mutsuz olmak için mi? Tabi ki mutsuz olmak için değil. Kişi ağlasa bile o “hüzünlü” müziği mutlu olmak için dinler. “Hüzün” adı takılan şey altında kişi kendisinin haklı olduğu, yani evrende doğru tarafta yer aldığı telkinine ulaşmaya çalışır. Sonuçta o müziğin sonunda suçluluk hissiyle çıkmaz; hayatta çileler çekerek doğru yolda mücadele etmenin getireceği hisse benzer bir hissi müzik aracılığıyla tatmak ister.

Kendi içinde bir düzen/uyum barındıran ses topluluğu için “müzik” diyoruz, her ses topluluğu için demiyoruz. Kendi içinde bir düzen/uyum barındıran bir bütünü bir fikre temel yapmaya çalıştığınızda bu, o fikri belli bir noktaya kadar da olsa “dayanaklı”, “zemini sağlam” gibi algılattırır.

Müzik ile ilgileniyor olmamla beraber onun insanın içinde oluşturduğu esas şeyin ne olduğunu da düşünüyorum ve aynı sonuca ulaşıyorum; kişinin kendini haklı hissetmesi. “Hüzünlüsü”, “neşelisi” fark etmez, hepsi kişi de var olanı destekler. Çünkü müzik insanı suçlamaz, yargılamaz, “bu doğru, bu yanlış” demez. Müziğin yaptığı şey; kişinin iç dünyasında mevcut olanı desteklemek/arttırmak, onların doğru olduğunu telkin etmek, pekiştirmek.

Savaşlar için bile askerlere dinletmek üzere müzikler hazırlanır, neden? Çünkü bu onların haklılık hissini ve dolayısıyla mücadele isteklerini arttırır. Müziğin kullanıldığı her alanı düşünün, hepsi verilen mesajın doğruluğunu pekiştirmeyi hedefler.

Haksız hissetmemek için sığınılan şeyler vardır; beyni uyuşturmak gibi. Beyni uyuşturan şeylere en basit örnek alkol. Diğer uyuşturucular; sığınılan temelsiz kabuller/düşünceler. Kişiler kendilerini haksız hissetmemek için belli mantıklar kurarak hayatta yaptıklarını meşrulaştırırlar. Daha geniş pencereden bakmayı sürekli ötelerler. Daha çok, kendilerini onaylayan çevre içinde bulunurlar.

İnsanları suçlama, yargılama, etiketleme veya övme hep kişinin kendisini haklı hissetmek için sığındığı yöntemlerdir. Oysa dediğim gibi adalet içimizde yerleşiktir, bir gün şartlanmalar zorunlu olarak üzerimizden kalkacak ve tablodaki gerçek yerimizi göreceğiz.

4. paragrafta bahsettiğim esas beklentimiz, işte bu haklılık hissidir. İnsanların gerçekten beklediği; para, ev, araba, kariyer, şöhret, yüksek puan vs. değil, bunların getirebileceği onaylanma (haklı olma) hissidir. Bunları elde edip haksız hisseden kimse yine mutlu olamaz. Ama bunlarsız da olsa kendini haklı hisseden ise mutlu olur.

2. paragrafta sorduğum; neden mutluluğun yolu bazen zorluk/acı çekmeye kadar uzanabiliyor? sorusunun cevabı da “adalet” kavramında gizlidir. İnsan zorluklar yaşadığında, suçluluk hissetmesine sebep olacak şeyler azalır. Bazen insanların kendilerini cezalandırmalarının sebebi de, yaptıkları yanlışlara karşılık olarak içlerindeki adaletin kendilerini acı çekmeye sevk etmesidir. Böylece haksız hissetme durumundan kurtulmaya çalışırlar farkında bile olmadan.

Peki gerçekten doğru olanları yaparak, yani gerçekten haklı olarak haklı hissetmenin yolu nedir? Aslında bence sadece iyi niyettir. Bu niyet zaten bize gerçekleri arama, adil düşünme ve bu yolda bedeller ödeme isteğini getirecektir. Bunlar ise mutluluğu.

Evrende var olmuş sınırlı ve bilinç sahibi bir varlık olan insan, bu bilincini hangi konuya yönelttiğinde adil ve haklı olur?

Haklı hissetmek için temeller oluşturmaya çalışmak, kendimizi kandırmaktır. Bundan kurtulup, hiçbir boyut ve koşulda değişmeyecek şekilde haklı olmanın yolunu istemek umuduyla…

Onur Mustafa Ezber

19800cookie-checkKLASİK SORU; “MUTLULUK NEDİR?” VE MUTLULUK TANIMIM ÜZERİNE BİR SORGULAMA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir