-
“GALAKSİ KÜMESİ” Mİ DEMEK İSTERSİNİZ, “TELESKOP” MU?
2.891 kere okunduKütlesi olan (elbette biz de dahil) her şeyin uzay-zamanı büktüğünü az çok herkes biliyordur artık. Gezegenimizde tam Güneş tutulmasının gerçekleşebilmesi nimetinden istifade edilerek kütlenin uzay-zamanı büktüğünün 1 asır önce ispat edildiğini daha önce detaylı anlatmıştım. Bir galaksi kümesi ise tahmin edeceğiniz gibi, bu bükmeyi Güneş’ten daha çok yapar. Çünkü bir kümenin içindeki onlarca veya yüzlerce galaksi, onlara göre zerre kadar kalan Güneş’ten daha çok kütleye sahiptir.
Galaksi kümelerinin toplam kütleleri çok büyük olduğu için ışığı bükerek bir mercek gibi odaklarlar. Buna “kütle çekimsel mercek etkisi” deniyor. Bizler bu etki aracılığıyla, bu kümenin arkasında bulunan ve elimizdeki imkânlarla göremeyeceğimiz kadar uzakta olan galaksileri görebilir oluruz. Sonuç olarak galaksi kümeleri adeta dev bir mercek gibi davranmış, teknoloji ile asla elde edemeyeceğimiz büyüklükte (muazzam) bir teleskop görevi görmüş olur.
Takip edenler bilir; bilim insanları bazen çok uzakta galaksi keşfettiklerini açıklarlar. İşte bu galaksilerin büyük kısmı, bahsettiğim bu kütle çekimsel mercek etkisi vesilesiyle keşfedilmiştir. İncelediğimiz kümeden çok daha uzaktaki galaksilerin -bizce- soluk ışıkları, bu kümenin kütle çekimiyle bize (gözlemciye) odaklanıyor ve dikkatli inceleyenler o çok uzak galaksileri, şekilleri biraz farklılaşmış olsa da görebiliyor.
Bu mercek etkisi olmasaydı, günümüzde keşfetmiş olduğumuz çok uzak galaksilerin büyük kısmını göremeyeceğimiz ifade ediliyor. Mesela kütle çekimsel mercek etkisiyle tespit edilen galaksilerden birine örnek, A1689-zD1’dir (2008 yılında). A1689-zD1 ile aramızda kalan Abell 1689 (fotoğraftaki) galaksi kümesinin kütle çekimi sebebiyle, A1689-zD1 adlı galaksiyi görebilir ve inceleyebilir durumda olduk.
Uzak (doğal olarak evrenin geçmişini gösteren) galaksileri görebilmemiz, evrenin yaratılış anına yakın dönemleri inceleyebilmemiz için büyük önem taşıyor. Fotoğrafa dikkatli bakarsanız seçebileceğiniz ince ve eğri ışıklar, bize yaklaşık 2.3 milyar ışık yılı uzaklıkta olan Abell 1689 isimli bu kümeden çok daha uzaktaki galaksilerin, mercek etkisi aracılığıyla bize ulaştırılan görüntüleridir.
Daha önce süpernovaların, nötron yıldızlarının, Ay’ın, Güneş tutulmasının, Merih’in, Merkür’ün, Venüs’ün (sera etkisi örneğini hatırlayın), Jüpiter’in ve diğer gezegen ve yıldızların nasıl bizlere hem bilgi edinme anlamında, hem de fiziksel anlamda nimet kılındığından bahsetmiştim. Galaksi kümeleri aracılığıyla meydana gelen bu büyük etki de bir bilgi edinme aracı olarak bizlere sunulmuş bir nimettir. Her araştırmayla, evrendeki her detayın insanlara sunulmuş bir güzellik ve imkân olduğu, insanlar için daha da net açığa çıkar olmaktadır.
“Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için gerçekten ayetler (deliller) vardır.” (Casiye Suresi, 13)
“Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur.” (Lokman Suresi, 20)Onur Mustafa Ezber
-
ENFLASYONCU ÇOK-EVRENLER MODELİ / KAÇILAMAYAN GERÇEK; HASSAS AYAR / YARATILIŞ
1.508 kere okunduEvrende insanın varlığına hizmet eden hassas ayarları inkâr etmek niyetiyle ortaya koyulabilecek bütün iddialar/varsayımlar eğer varlıkların yapısına, varlıkla uyumlu matematiğe/hesaplamalara, kısacası ‘gerçekliğe’ bağlı olarak çarpıtılmadan sınanacaksa, karşımıza çok daha büyük bir hassas ayarın var olacağı sonucu çıkar. Böyle bir sorgulamadan geçen her varsayım, çok daha büyük bir hassas ayarın var olacağını gösterdi.
Washington State Üniversite’sinden matematik, fizik ve felsefe alanlarından mezup olup Notre Dame Üniversitesi’nde doktora çalışmasını felsefe alanında yapan Dr. Robin Collins, “God, Design and Fine-Tuning” (Tanrı, Tasarım ve İnce-Ayar) isimli makalesinde, çok-evrenlerin var olmasının ancak çok daha büyük hassas ayarların var olması anlamına geleceğini şu ifadeleriyle açıklıyor:
“Eğer bu doğruysa, o zaman ince-ayarın bir açıklaması olarak bir tür çok-evrenler üretecine başvurmak, sadece, tasarım meselesini bir kademe yukarıya, yani çok-evrenler üretecini kim tasarladı sorusuna yükseltecektir. Yukarıda tartışılan enflasyoncu senaryo, bu düşünme tarzının iyi bir test örneğidir. Enflasyoncu/süpersicim çok-evrenler üreteci, ancak aşağıdaki “bileşenlere” veya “mekanizmalara” sahip olduğu için yaşamı-destekleyici evrenler üretebilir…” [1] [2]
Ayrıca varsayılan bir ‘çok-evrenler üreteci’ gerçekten varsa zaten bu ‘çok-evrenler üreteci’nin kendisi de kendiliğinden var olmaz ve yaratılmış olması gerekmektedir. Var olduğu hayal edilen bütün evrenler/varlıklar kendi kendilerinin açıklaması olmazlar ve kaçınılmaz olarak bir başlangıca muhtaçtırlar. İçinde bulunduğumuz evren, çok sayıda evrenden biri olsaydı bile, bu çoklu evrenin kendisi de mutlak bir başlangıca sahip olmak durumunda olurdu. 3 önemli kozmolog olan Arvind Borde, Alan Guth ve Alexander Vilenkin’in ortaya koyduğu çalışma, bunu da çoktan göstermiştir.
Tufts Üniversitesi’nden fizik profesörü ve Kozmoloji Enstitüsü direktörü olan Vilenkin, bulgularının sonucunu ve bu sonucun ateist inanca bağımlılık gösterenler için mutlak ve kalıcı bir sorun olduğu hakikatini şöyle belirtiyor:
“Bir argümanın makul insanları inandıran şey olduğu, ispatınsa (proof) makul olmayan bir insanı bile inandıran şey olduğu söylenir. Mevcut ispatla, kozmologlar geçmiş ezeli bir evren olasılığının arkasına daha fazla gizlenemezler. Kaçış yok, kozmik bir başlangıç problemiyle yüzleşmek zorundalar.” [3]
Fakat varlıkların/evrenlerin sonsuz geçmişten beri olamayacağı zaten, akıl kullanılarak hemen anlaşılan sarih bir gerçektir. Geçmişte ve günümüzde düşünen insanların defalarca izah ettiği gibi, zaman kavramı ile ilgili çok açık bir gerçek vardır; zaman başlangıçsız olamaz, geçmiş sonsuz olamaz. Ben de bu gerçeği, insanlara, kendi düşünce/örnek ve cümlelerimle çoğu kez anlatmaya çalıştım. Konuyu genelde şu cümleleri kurarak özetliyorum:
“Doğanın arkasında doğa olmaz. Doğa zamanlı varlıktır. Üzerinde zamanın geçtiği bir varlığın ardında hep üzerinde zamanın geçtiği varlıklar olsa geçmiş sonsuz olurdu. Geçmiş sonsuz olsaydı bu yazıyı okuduğunuz ‘şu an’ sonsuza kadar gelemezdi. Zaman, yok iken yaratılmıştır. Doğa, belli zaman önce yok iken yaratıldığı için mevcuttur.”
Burada yaptığımız ise, çok-evrenler üretecinin var olduğunu varsaydıktan sonra üzerinde düşünmek ve bütün bu sistemin de ancak çok hassas ayarlı olması şartı ile var olabileceğimizi görmek. Dr. Robin Collins, yukarıda aktardığım sözünde bahsettiği o bileşenleri veya mekanizmaları 4 maddeyle detaylı bir şekilde izah ettikten sonra da şöyle diyor:
“Özetle, bir enflasyoncu/süper-sicim çok-evrenler üreteci var olsa bile, arka-plan yasaları ve ilkeleriyle birlikte onun, hayata izin veren evrenlerin üretilmesi için yasaların ve alanların doğru bir kombinasyonuna sahip, biyokimyacı Michael Behe’den ödünç alacağımız bir ifadeyle söylersek, indirgenemez şekilde karmaşık bir sistem olduğu söylenebilirdi: Bileşenlerden biri olmasaydı veya farklı olsaydı, mesela Einstein’ın denklemi veya Pauli-dışlama ilkesi gibi, hayata izin veren herhangi bir evrenin üretilebilmesi ihtimal-dışı olurdu.”
Ayrıca Dr. Collins makalesini tamamlarken; “Tanrı’nın sonsuz ve sonsuz şekilde yaratıcı olduğu göz önünde tutulunca, Tanrı’nın, sadece hem uzay hem zaman olarak geniş bir evren değil, aynı zamanda belki de böylesi birçok evren yaratacağı da anlamlı hale gelmektedir.” diyerek çok evrenlerin var olmasının, onları ve her şeyi yaratmaya kadir olan, yüceliği ve bilgisi sonsuz olan Yaratıcı’nın apaçık varlığını kabul edenlerin zaten bekleyeceği bir durum olduğunu vurgulamaktadır.
Son olarak, eskiden ateizmi savunan fakat sonra modern bilimin gösterdiği delilleri inceleyerek Yaratıcı’nın apaçık varlığını kabul eden -daha doğrusu örtbas ettiği bu kabulünü açığa vuran- felsefeci Antony Flew’in ‘çok evrenler’ ile ilgili konuyu güzel özetleyen bir sözünü aktarayım. Flew, “Yanılmışım Tanrı Varmış” isimli kitabında, evrendeki hassas ayarları inkâr edebilmek için ‘çok evrenler’ düşüncesini kullanma denemesi yapmış olanların çelişkisini ve çıkmazını şu sözleriyle anlatıyor:
“Bir evrenin varlığı bir açıklama gerektiriyorsa birden fazla evrenin varlığı çok daha büyük bir açıklama gerektirir: Bu evrenlerin toplam sayısı, sorunu daha da büyütmektedir. Bu durum, öğretmenini ev ödevini köpeğinin yediğine inandıramadığı için hikâyesini ev ödevini sayılamayacak kadar kalabalık bir köpek sürüsünün yediği şeklinde değiştiren öğrencinin durumuna benzemektedir.” [4]Onur Mustafa Ezber
Kaynaklar ve Not:
[1] Robin Collins, “God, Design, and Fine-Tuning”
http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.470.7166&rep=rep1&type=pdf (Erişim tarihi: 30 Temmuz 2019)
[2] Yazıda en sık alıntı yaptığım Dr. Robin Collins’in makalesinin tamamı Türkçe olarak da yayımlanmıştır. Ben de o çeviriden alıntı yaptım. Söz konusu çeviri, editörlüğünü Caner Taslaman ve Enis Doko’nun yaptığı ve internetten ücretsiz olarak da okuyabileceğiniz “Allah, Felsefe ve Bilim” adlı kitabın 17. ve 57. sayfası arasındadır. Makaleyi çevirerek ülkemize kazandıran, Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fehrullah TERKAN‘dır.
[3] Alex Vilenkin, “Many Worlds in One”, s. 176
[4] Antony Flew, “Yanılmışım Tanrı Varmış” (There is a God), çev. Zeynep Ertan ve Hasan Kaya, Profil Yayıncılık, 9. baskı, ss. 128-129 -
GÜNEŞ TUTULMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
3.464 kere okundu
Pek çok insan, Güneş’in tutulması olayını sadece biraz heyecan uyandıran bir doğa olayı olarak tanımlayıp üzerinden geçer gider. Bazı insanlar da asılsız anlamlar yükleyerek kendilerini ve insanları işin doğrusunu fark etmekten uzaklaştırır. Üzerinde samimi araştırmaya dayalı biçimde düşündüğümüzde ise Güneş tutulması olayının da yine bize faydalı olması için yaratıldığını anlayabiliyoruz. Bu olayın hangi açıdan bizim hizmetimize verildiğini anlatmak için öncelikle şunu ifade edeyim; Güneş Sistemi’ndeki diğer gezegenlerin de pek çok uydusu var, ancak tam Güneş tutulması, sadece bizim gezegenimizde gerçekleşmektedir.
Dört tür Güneş tutulması vardır. Bunlar; parçalı, halkalı, tam ve hibrit tutulmalardır. [1] Tam tutulmayı da kapsayan Hibrit Güneş tutulması, nadiren gerçekleşir. [2] Dünya’nın belli konumundan izleyenler açısından Ay’ın görünen diskinin Güneş’in görünen diskini tamamen kapatmasıyla gerçekleşen ve araştırmalarımızda özellikle istifade ettiğimiz tam Güneş tutulması, özel bir ölçü sebebiyle gerçekleşir.Yaklaşık 1 milyon 400 bin km olan Güneş’in çapı, Ay’ın çapından yaklaşık 400 kat büyüktür ve aynı zamanda Ay, Dünya’ya Güneş’ten 400 kat daha yakındır. Bu uzaklık ve büyüklükler, Dünya’daki bizlere Güneş’in ve Ay’ın aynı boyutlardaymış gibi görünmesinin sebebi.
Astrofizikçi Dr. Holly R. Gilbert, bir belgesel serisi olan Naked Science’ın, Paskalya Adası’ndaki Güneş tutulması ile ilgili bölümünde şöyle diyor: “Bu, 400 kat daha büyük ve 400 kat daha yakın olma oranı, Ay’ın Güneş’in yüzeyini tamamen kapattığı noktada mükemmel bir durum yaratıyor ve yeryüzünden tam bir Güneş tutulması izlenebiliyor. Güneş sistemindeki tam Güneş tutulması deneyimini yaşayan tek gezegen bizimki…” [3]
Çoğumuzun bildiği üzere, ifade edilen bu 400 kat büyüklük, elbette hacim (kapladığı alan) olarak değil. Mesela Dünya ile Güneş arasındaki çap farkını düşünelim; Güneş’in çapı, Dünya’nın çapından yaklaşık 109 kat büyük. Ama hacmi, Dünya’nın yaklaşık 1300000 katı. Güneş’in içine yaklaşık 1 milyon 300 bin tane Dünya sığabileceğini düşünmek de Ay ile Güneş arasındaki hacim farkının anlaşılması için yeterli olacaktır. Söz konusu 400 kat büyüklük, belirttiğim üzere çap anlamında, konuya yabancı olabilecekler için bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra devam edelim.
Ay’ın çapı yaklaşık 3474 km [4]
3474 x 400 = 1389600 eder ki bu da Güneş’in çapına yakındır. Yaklaşık 1 milyon 400 bin km olarak ifade edilir.
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Osman Selam, Ay ve Güneş tutulmaları ile ilgili hazırladığı ve herkese açık olan ders notunda bu ölçüyü şöyle anlatıyor:
“Ay ve Güneş’in Yer’den izlenen açısal çapları neredeyse birbirine eşit ve ortalama 30 yaydakikasıdır (0.5°).” [5]
İnsanlık bugün, kendisine verilmiş akıl ve imkânlarla teknolojiyi geliştirdi ve Güneş üzerinde çalışmalar yapmak için özel araçlar üretti. Fakat bütün bu teknoloji nimetine rağmen sadece Güneş tutulmasıyla öğrenebildiğimiz çok şey var. Güneş’in tam resminin elde edilebilmesi için bilim insanlarının, tam Güneş tutulmalarının olduğu zamanda ilgili yerde bulunması gerekiyor. Özellikle bu vakitleri takip ederek Güneş üzerinde araştırmalar yapıyorlar. Astronom ve Güneş tutulması araştırmacısı olan profesör
Jay Myron Pasachoff, yukarıda da zikrettiğim “Paskalya Adası’nda Güneş Tutulması” adlı belgeselde şöyle diyor:
“Güneş üzerinde çalışmalar yapmak için harika uzay araçlarımız ve dağların zirvesine kurulmuş gözlem evlerimiz var. Ama hâlâ başka zamanlarda değil, tutulmalarda öğrendiğimiz bir sürü şey var. Güneş’in tam resmini elde etmek için Güneş tutulmalarına gitmek zorundayız.” [6]Güneş’in tutulması ve böylece göz kamaştıran parlaklığının ortadan kalkmasıyla Güneş hakkındaki önemli gerçekler ortaya çıkıyor. Bilim insanlarının ifade ettiğine göre her gün gördüğümüz Güneş’in, ancak tutulmalar olduğunda çevresinde en iyi şekilde görebildiğimiz bütün bir bölge var. Prof. Pasachoff bu hususu da şöyle açıklıyor:
“Biz onun sıcak yüzeyinin her gün bir sürü ışık yaydığını görüyoruz. Ama bu belirsiz bir atmosfer, ancak dikkatli bir şekilde baktığınızda fark edebilirsiniz. Her gün gördüğümüz Güneş’in çevresinde ancak tutulmalar olduğunda en iyi şekilde görebildiğimiz bütün bir bölge var.” [7]
Bana henüz nasip olmadığı gibi, belki de, bir tam Güneş tutulmasını ve çevreye etkisini doğrudan gözlemlemek sizlere de henüz nasip olmamıştır. Bu yüzden birkaç dakika süren o tam tutulma anı ile ilgili anlatılanları aktarmak istiyorum. Tam tutulma anında bir alaca karanlık, görüş ufkumuzu çevreler ve gündüz vaktinde yıldızlar görünmeye başlar. Ayrıca Güneş’in en üst atmosfer katmanı olan korona, Güneş’in önüne geçen karanlık bir küre olarak algıladığımız Ay’ın etrafında görünmeye başlar. [8]Güneş Sistemi’nde yalnızca bizim gezegenimizde gerçekleşen tam Güneş tutulmasının, diğer tutulma türlerine göre çok daha önemli olmasının sebeplerinden biri de budur zaten; Güneş’in dış atmosfer tabakalarını görmemize aracı olması. Güneş’in veya herhangi bir yıldızın görülen parlak yüzeyi; ışık yuvarı, ışık küre veya fotosfer olarak adlandırılır. Tam Güneş tutulması sırasında bu parlak katman Ay tarafından birkaç dakika için örtüldüğünde, Güneş’in, normalde göremediğimiz 2 bölgesi görülebilir oluyor. Koronanın parlaklığı, fotosferden ulaşan ışıktan yaklaşık 1 milyon kat daha sönük olduğu için herhangi bir filtreye ihtiyaç duyulmadan kolayca fotoğraflanabilir. [9] Bu sırada yapılan gözlemlerle, özellikle koronanın fiziği ile ilgili önemli bilgiler elde edilir. [10] Prof. Dr. Selim Osman Selam, tam tutulma zamanlarının bu açıdan önemini şöyle anlatıyor:
“Bir tam Güneş tutulması sırasında, Güneş fotosferinin tamamı örtülmektedir ve tutulma dışı zamanlarda görülemeyecek kadar sönük ve dağınık yapıda olan “kromosfer (renkküre)” ve “korona (taçküre)” tabakaları görülebilir hale gelmektedir. Dolayısıyla tam tutulma zamanları, Güneş’in üst atmosfer katmanlarının Yer’den izlenebilmesi için çok önemli fırsatlar sağlamaktadır.” [11]
Bize en yakın yıldız olan Güneş’teki bu bölgeleri görmek ve üzerinde çalışabilmek için tutulmalara giden araştırmacılar, onun bizim için bir astrofizik laboratuvarı özelliğinde olduğunun farkındadırlar. Bir yıldızın yapısını, nasıl enerji ürettiğini detaylı anlamak bu şekilde mümkün olmuş oluyor. Nitekim diğer yıldızlarla ilgili bilgilerin büyük kısmı, Güneş’i incelememiz sonucunda ortaya çıktı. [12]
Uzay fizikçisi Dr. Jerry Goldstein, kendi yıldızımız üzerinde çalışabilme imkânının, evrenin geri kalanını anlamamıza yapacağı katkıyı, “Eğer bir yıldız üzerinde detaylı bir şekilde çalışabilirsek ve onu işleten şeyin ne olduğunu öğrenebilirsek o zaman evrenin geri kalanını anlamamızı sağlayacak bir anahtara sahip oluruz. Çok uzaktaki yıldızlara bakabiliyoruz. Evet, bir sürü bilgi de alabiliyoruz. Çünkü astronomlar müthiş bir iş başardı. Ama bu inanılmaz yıldıza yakından bakabilmek için onun yerine koyabileceğimiz başka hiçbir şey yok.” sözleriyle ifade ediyor. [13] Prof. Dr. Selam’ın, Güneş tutulmalarının bilim insanlarına düzenli rehberlik yapması ile ilgili sözleri de şöyle:
“Güneş tutulmalarının sağladığı en önemli avantaj, Güneş kromosferi ve koronasının, zaman içerisinde gelişen teknoloji ile her seferinde daha detaylı gözlenebilmesine ve sürekli olarak geliştirilen yeni teorilerin denetlenmesine olanak tanımasıdır. 18. yüzyılda başlayan bilimsel amaçlı tutulma gözlemleri, 19. yüzyıl boyunca olgunlaşarak yeni gözlem araçlarının geliştirilmesini ve çok sayıda önemli keşife imza atılmasını sağlamıştır.”
Ayrıca “Tam tutulma gözlemleri, koronanın genel ışınımının iki bileşene sahip olduğunu da ortaya çıkarmıştır.” diyen Prof. Dr. Selam’ın bu konuyla ilgili izahını da çalışmasında bulabilirsiniz. [14]
Güneş’teki manyetik alanlar da çoğu kez bir tam Güneş tutulması sırasında gözlemlendi. Tutulmadan tutulmaya yıldızımızın en dış katmanı olan koronadaki farkları gözlemleyen bilim insanları, tutulmalar arasında kıyas yaparak Güneş’in çapının değişip değişmediğini de tespit ediyorlar. Bilim insanları, tutulma sırasında Ay’ın gölgesinin boyutunu ölçüyorlar, sonra da Ay’ın bilinen boyutu ve Ay ve Güneş’in bilinen mesafesi ile bu bilgiyi bir arada değerlendirerek Güneş’in çapının değişip değişmediğini hesaplıyorlar. Astrofizikçi Dr. Fred Espenak’ın dediği gibi: “Geçmiş yıllardaki tutulmalarla karşılaştırabiliyor ve bu farklı tutulmalar arasında Güneş’in çapının değişip değişmediğini görebiliyorsunuz.” [15]
Güneş tutulmaları incelenerek yapılan en önemli keşiflerden biri de, Ağustos 1868’de Hindistan’dan izlenen tam Güneş tutulmasından yararlanılarak yapıldı. Fransız bilim insanı Pierre Janssen, tam tutulma sırasında Güneş’in atmosferini incelediğinde, daha önce bilinmeyen bir element keşfetti. Daha sonra bu elemente helyum adı verildi. Sonuçta helyum, Dünya’da değil, tam tutulması sırasındaki incelemelerle Güneş’te keşfedildi.
Güneş’in yapısının incelenmesine imkân oluşturması dışında tam Güneş tutulması, çok önemli farklı sonuçları olan gözlemlerin yapılmasına da sebep olmuştur. Genel Görelilik Kuramı ilk kez, tam Güneş tutulması sırasındaki gözlemlere dayanılarak ispatlanmış oldu. Bunu, daha önce aktardıklarımı, tam Güneş tutulmasının Güneş Sistemi’nde sadece bizim gezegenimizde gerçekleştiğini ve bu gerçekleşmenin uzaklıklar ve büyüklükler açısından nasıl bir ölçüye dayandığını bir arada ve özgürce düşünen herkes, eminim ki tam Güneş tutulmasına tanık olmamıza sebep olan bütün şartların, bu incelemeleri kolayca yapmamız için özellikle yaratıldığını kavrayacaktır.
Dr. Fred Espenak, “Einstein izafiyet teorisini geliştirirken bunu sınamanın tek yolunun bir Güneş tutulması süreci olduğunu fark etti.” diyor çünkü teorinin ispatı, doğrudan kütlenin uzay-zamana etkisi ile ilgiliydi. [16]Cevabı bilinmesi gereken soru şuydu; kütle çekimi ışığı etkiler mi ve bir mercek gibi onu kırar mı? Teori buna “evet” diyordu fakat yıldızların ışığının bükülmesini fark etmemizi sadece Güneş gibi büyük kütleli bir cisim sağlayabilirdi. Üstelik bu gözlemi yapabilmemiz için Güneş’in bu şekilde, tam Ay kadar uzaklıkta ve tam da Ay kadar büyüklükte olan bir cisim tarafından örtülmesi gerekliydi.
Prof. Dr. Selam, Einstein’ın Genel Görelilik Kuramının testi için değerlendirilen tam Güneş tutulmasının önemini şu sözleriyle vurguluyor: “Bilim tarihinde yerini alan en önemli tutulma, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasının hemen ardından, 29 Mayıs 1919 tarihinde gerçekleşen tam Güneş tutulmasıdır. Alman fizikçi Albert Einstein, 1907 ile 1916 yılları arasında Newton çekim yasasının alternatifi olan “Genel Görelilik Kuramı”nı geliştirerek ortaya atmıştır. Bu kuram, çok büyük kütlelere sahip cisimlerin yakınlarında, uzay (boyut) ve zaman kavramlarının, klasik kurama göre yeniden ele alınmasını gerektirmekteydi.” [17]
Einstein kuramını sunarak, kütle çekim etkisinin uzay-zamanın bükülmesinin sonucu olduğunu öne sürdü. Buna göre, büyük kütleli cisimler uzay-zamanı bükerek, yıldızların ışığının izlediği yolda bir sapma oluşturmalıydı. Güneş’in sağladığı bu eğrilik aslında hep var fakat onun parlaklığı sebebiyle yıldızların ışığını görmemiz ve dolayısıyla yollarının eğrildiğini tespit etmemiz mümkün olmaz. Bu yüzden eğrilik Dünya’dan sadece tam Güneş tutulmasında tespit edilebilir ve ne ölçüde uzay-zamanın büküldüğü belirlenebilir. [18]
Albert Einstein, “İzafiyet Teorisi – Özel ve Genel Görelilik” adlı kitabında bu eğrilmeyi şöyle anlatıyor:
“Genel Görelilik Kuramı’na göre bir çekim alanından geçerken ışığın eğrildiğini ve bu eğrinin bir çekim alanına atılan bir cismin izlediği yola benzediğini 22. bölümde anlatmıştık. Bu kuramın sonucu olarak, bir gök cisminin yakınından geçen bir ışık ışınının cisme doğru eğrildiğini tahmin ederiz.” [19]
Tutulma bilimcileri, 29 Mayıs 1919’da gerçekleşecek tutulmayla, izafiyet teorisini test etmek için gerekli hazırlıkları yaptılar. Araştırma için yapılması planlanan; gözlemlenen belli yıldızların fotoğraflanmaları ve sonra aynı yıldızların tam Güneş tutulması sırasında tekrar fotoğraflanmaları. Eğer teori doğru ise, -Güneş’in kütlesi sebebiyle- yıldızların bize biraz kaymış olarak görünmesi gerekiyordu. Bu, o yıldızları, gerçekte oldukları yerden farklı yerde görmemiz anlamına gelir.Einstein bu testin yapılma şeklini, nedenleriyle de anlatıyor:
“Bu sonuç, tam bir güneş tutulması sırasında yıldızların yerlerinin fotoğraflarla tespit edilmesiyle araştırılabilir. Tam bir güneş tutulması oluncaya dek beklememizin tek nedeni diğer zamanlarda güneş ışıkları ile atmosferin fazla aydınlatılmasından dolayı güneşe yakın olan yıldızların görünmemesidir.”
“Güneşin yakınındaki yıldızların, güneş tutulması anında fotoğrafı çekilir. Buna ek olarak güneş gökteki durumunu değiştirdiğinde, yani birinciden bir iki ay daha önce ya da daha sonra, aynı yıldızların ikinci bir fotoğrafı çekilir.” [20]
Bu test, Cambridge Üniversitesi astronomlarından Arthur Eddington’un liderliğinde, Brezilya ve Principe Adası’na tutulmanın fotoğrafını çekmek için giden iki ayrı grup tarafından yapılmıştı. [21] Tabi gözlemlerle ilgili sonuçlar, aylar sonra netleşti ve açıklandı. Sonuç olarak Genel Görelilik Kuramı, ilk kez tam Güneş tutulmasına dayanarak deneysel yoldan ispatlanmış oldu.
Fizik Yüksek Mühendisi, Üst Atmosfer ve Uzay Fiziği Uzmanı Taşkın Tuna, gözlemlerin doğruladığı bu olayı, kitabında şöyle anlatıyor:
“Güneş’ten çok uzaktaki yıldızlardan gelen ışınlar, Güneş’in çekim kuvvetinin etkisiyle oluşan ‘çukura’ düşüyor ve sonra yollarına eğri bir doğrultuda devam ederek Dünya’ya ulaşıyordu. Buradan şu ilginç sonuç çıkıyordu:
Yıldızlar, gerçek olarak bulundukları yere göre değil, yön değiştiren ışığın uzantısına göre bir görüntü verirler. Güneş, yıldızlardan gelen ışığı kendine doğru çekerek büker ve bu çukurdan çıkan ışınlar, bize yıldızın gerçek yerinden daha farklı bir konumdaki görüntüsünü verirler.” [22]
Einstein ise sonuçları şöyle ifade etti:
“Güneş tutulması sırasında çekilen yıldız fotoğrafları ile diğer fotoğraflar arasındaki farklılığın bir milimetrenin yüzde biri kadar olması bekleniyordu. Böylece fotoğrafların çekilmesinde ve bunların üstünde yapılan ölçümlerde büyük bir titizlik gösterilmesi gerekiyordu. Ölçmelerin sonuçları, kuramı tamamen tatmin edici bir şekilde doğruladı.” [23]
Böylece evrenin yapısıyla ilgili büyük bir gerçek ortaya çıkmış oldu ki bu, bilim dünyasını ve hatta hayatımızı değiştirdi. İzafiyetin ispatı; kara delikler konusundaki anlayışımızı, Mars üzerine araç indirme yöntemimizi etkilediği gibi, kullandığımız GPS (Global Positioning System; Küresel Konumlama Sistemi) de izafiyeti bilmemiz sebebiyle işlemektedir. GPS, izafiyetin etkisi dikkate alınmadan kesinlikle çalışmaz. [24]
Çünkü evrendeki her maddenin olduğu gibi, Dünya’nın da bir kütlesi vardır ve kütlesi ölçüsünde uzay-zamanı büker. Kütlenin uzay-zamanı büktüğü gerçeği anlaşılmadan ve gerekli hesaplamalara göre düzenleme yapılmadan GPS olmaz. Araba ile yolculuk yapıp GPS’den istifade ederek gitmek istediğimiz yere ulaşmamıza aslında, bir tam Güneş tutulması da vesile olmuş olur diyebiliriz. Tabi ayrıca uydular sürekli hızla gittikleri için de zamanları bize göre farklı akar, hızın zaman üzerindeki etkisi de hesaba katılmalı ve düzenlemelere dahil edilmeli ki sistem doğru işleyebilsin. GPS’in faydası elbette sadece Dünya üzerinde yolculuk yapmakla sınırlı olmadığı gibi, kütlenin uzay-zamanı büktüğünün ispatı da elbette fayda olarak sadece GPS’i getirmedi.
Güneş tutulmasını inceleyerek öğrendiğimiz bilgilerle teknolojiyi ve evrene bakışımızı geliştirdiğimiz gibi, hem Dünya’dan, hem de Dünya’nın dışından yaptığımız uzay araştırmalarında büyük hız kazandık. Keşfedilen bir gerçeğin, teknolojinin gelişmesine nasıl katkı sağladığını sanırım en iyi bilenler bilim insanları ve o teknolojiyi geliştiren uzmanlardır. Bu konuyu, sadece ve doğrudan maddi kâr hedefleyen insanlara anlatmak genelde biraz zor oluyor. Ayrıca bilim insanları bugün Güneş üzerinde araştırma yapmak için, Güneş tutulmasını uzay araçlarıyla -Dünya’nın dışında- taklit etmeye çalışıyor. Bu, Dünya’nın dışında mümkün olabilmektedir, çünkü atmosferin olmadığı bir ortamda Güneş’in önüne getirilen küçük bir cisimle benzer sonuca ulaşılabilir ve böylece Güneş’in dış kısımları incelenebilir.
Ama insanlık bu araştırmaları ve izafiyet teorisinin ispatını yapmak için bu zamanı beklemeye ihtiyaç duymadığı gibi, Dünya’nın dışına çıkmaya da mecbur olmadı. Çünkü Güneş Sistemi’nde hiçbir gezegende olmayan bir nimete; tam Güneş tutulması nimetine zaten sahibiz. Ayrıca bu yazı boyunca saydığım her bir keşfin, bizlere nasıl basamaklar oluşturduğunu da inceleyebiliriz. Sonuçta, Dünya’dan izlenen Güneş tutulması ile kütlenin uzay-zamanı büktüğünün ispatı 1 asır önce yapıldı. Güneş biliminin tamamıyla Dünya’nın dışından yönetilmesini sadece giderler bile imkânsız kılıyor. Ve bu yüzden bu araştırmaları sadece Dünya’nın dışına çıkabilenler yapmıyor, çok daha kolay şekilde Dünya’nın farklı yerlerinden pek çok bilim insanı bu çalışmaya istediği gibi katılabilmektedir.
Bunların üzerinde düşünülmeli. Allah, gökte yarattığı bu oluşumu bir bilgi edinme aracı olarak bizlere nimet kılmıştır, ayetlerde buyurduğu gibi;
“Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur.” (Lokman Suresi, 20) [25]
“Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için gerçekten ayetler (deliller) vardır.” (Casiye Suresi, 13) [26]
Onur Mustafa EzberKaynaklar:
[1] NASA, Eclipse Web Site, Five Millennium Catalog of Solar Eclipses, Introduction, https://eclipse.gsfc.nasa.gov/SEcat5/SEcatalog.html (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[2] Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Özgür BAŞTÜRK, 3 Kasım 2013 Hibrit Güneş Tutulması, http://rasathane.ankara.edu.tr/files/2013/10/3_kasim_hibrit_gunes_tutulmasi_web.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[3] BENDER Mark (Yön.), Paskalya Adası’nda Güneş Tutulması (Easter Island Eclipse), Naked Science, 1080 Entertainment, National Geographic Channel, ABD, 2010, 8. dakika
[4] NASA, Jet Propulsion Laboratory, California Institute of Technology, https://photojournal.jpl.nasa.gov/catalog/PIA14011 (Erişim tarihi: 26 Mayıs 2019)
[5] Prof. Dr. Selim O. SELAM, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü, AST412, AY ve GÜNEŞ TUTULMALARI DERS NOTU, Ankara, 2007, s.22, https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/50214/mod_resource/content/1/AST412_DersNotu_19-25.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[6] Adı geçen belgesel (detayları 3 numaralı kaynakta), 5. dakika
[7] Adı geçen belgesel, 9. dakika
[8] EarthSky, Are solar eclipses more common than lunar eclipses?, March 7, 2016,https://earthsky.org/space/are-lunar-eclipses-more-common-than-solar-eclipses (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[9] TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi (TUG), Güneş Tutulması Konulu Deneyler, Gözlemler, http://www.tug.tubitak.gov.tr/etkinlikler/tutulma/turkish/tutulma_deney_gozlem/tutulma_deney_gozlem.html (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[10] TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi (TUG), Güneş Tutulması, http://www.tug.tubitak.gov.tr/etkinlikler/tutulma/turkish/gunes_tutulmasi/gunes_tutulmasi.html (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[11] Selim Osman SELAM, AY ve GÜNEŞ TUTULMALARI DERS NOTU, s.23, https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/50214/mod_resource/content/1/AST412_DersNotu_19-25.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[12] TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi (TUG), Güneş Tutulması Konulu Deneyler, Gözlemler, http://www.tug.tubitak.gov.tr/etkinlikler/tutulma/turkish/tutulma_deney_gozlem/tutulma_deney_gozlem.html (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[13] “Easter Island Eclipse” adlı belgesel (detayları 3 numaralı kaynakta), 44. dakika
[14] Selim Osman SELAM, AY ve GÜNEŞ TUTULMALARI DERS NOTU, s.51 ve s.54, https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/50221/mod_resource/content/1/AST412_DersNotu_50-54.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[15] “Easter Island Eclipse” adlı belgesel (detayları 3 numaralı kaynakta), 33. dakika
[16] Adı geçen belgesel, 34. dakika
[17] Selim Osman SELAM, AY ve GÜNEŞ TUTULMALARI DERS NOTU, s.48, https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/50220/mod_resource/content/1/AST412_DersNotu_48-50.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[18] Bilim ve Teknik, Mart 2016 (580. sayı) eki, Göreliliğin Etkisi, http://www.bilimteknik.tubitak.gov.tr/sites/default/files/posterler/goreliligin_etkisi.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[19] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi – Özel ve Genel Görelilik, İngilizceden çeviren: Gülen Aktaş, Say Yayınları, 15. Baskı, s.116
[20] a.g.e., s.117
[21] Selim Osman SELAM, AY ve GÜNEŞ TUTULMALARI DERS NOTU, s.48, https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/50220/mod_resource/content/1/AST412_DersNotu_48-50.pdf (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[22] Taşkın Tuna, ‘Ol Dedi Oldu – 1’, Şule Yayınları, 23. Baskı, ss. 248-249
[23] Einstein, a.g.e., ss.117-118
[24] Adı geçen belgesel, 35. Dakika
[25] http://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=31&ayet=20 (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019)
[26] http://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=45&ayet=13 (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2019) -
MESSİER 87 (M87) GALAKSİSİ’NİN MERKEZİNDEKİ KARA DELİK VE SÜPER KÜTLELİ KARA DELİKLER
2.605 kere okundu10 Nisan 2019’da ilk kez bir kara deliğin görüntüsü yayımlandı. Olay Ufku Teleskobu Projesi’nde (Event Horizon Telescope, EHT) çalışan astronomların açıklamasıyla beraber fotoğrafı yayımlanan bu kara delik, Messier 87 Galaksisi’nin merkezinde ve bize uzaklığı yaklaşık 55 milyon ışık yılı. Kütlesi ise Güneş’in 6.5 milyar katı olduğu için, ‘süper kütleli kara delik’ deniyor. [1] Güneş’in içerdiği maddenin 6 milyar katından fazlasının bir arada sıkıştığını düşünün, bu müthiş bir oran.
Süper kütleli kara delikler, en büyük kara deliklerdir ve oluşumlarının da yıldızsal kara deliklerden farklı olması gerektiği düşünülmektedir. Yıldızsal kara delikler çoğumuzun bildiği gibi, çok büyük kütleli yıldızların içlerine çökmeleriyle oluşuyor. Bunların en büyüklerinin, en fazla onlarca Güneş kadar kütleye sahip olduğu düşünülüyor; şimdiye kadar bu kadarı tespit edilebildi. Fakat süper kütleli kara delikler 100 binlerce Güneş kadar kütleye sahip olabileceği gibi, milyonlarca ve milyarlarca Güneş kadar kütleye de sahip olabilir.
Tespit ettiğimiz kadarıyla, yıldızsal kara deliklerin sahip olduğu kütle ile süper kütleli kara deliklerin sahip olduğu kütle arasında büyük bir uçurum var. Ve ikisi arasında kütleye sahip kara deliklerin tespit edilememesi de bilim insanlarını, süper kütleli kara deliklerin oluşumuyla ilgili farklı teorilere itti.
Bunlardan biri, galaksilerin birleşmesiyle bu kara deliklerin oluşmasıdır. Hem böylece, birleşen galaksilerin merkezlerindeki kara deliklerin de birleşerek daha çok büyümeleri mümkün. Fakat ‘bunun tek başına yeterli olması mümkün mü?’ sorusu akla geliyor. Çünkü evrenin başlangıç anı, aslında çok da uzak değil; yaklaşık 13 milyar 730 milyon yıl önce. Ayrıca evren sürekli genişliyor, galaksi kümeleri birbirlerinden uzaklaşıyor. Galaksilerin kaç tanesi, oluşmalarından sonraki sürede birleşebilirdi? Bu sürenin yeterli olmayabileceği bilindiği için farklı teoriler de geliştirildi.
Bir teori de oldukça ilginç. Buna göre süper kütleli kara delikler, algılayamadığımız fakat olması gerektiğini düşündüğümüz ‘karanlık madde’ aracılığıyla oluşmuş olabilir. Çünkü kara delikler, kütle çekimine sahip maddeleri içine çekip alabilir. Karanlık maddelerin de zaten kütleleri olduğu için, süper kütleli kara delikleri onlar da besliyor olabilir. Bununla ilgili karanlık yıldız teorisi bile var. Çünkü bildiğimiz yıldızların büyüklük konusundaki sınırı, böyle süper kütleli kara deliklerin oluşması için yeterli değil. Fakat deniyor ki; bazı yıldızlarda iç reaksiyonlara güç veren şey, karanlık madde olabilir. Karanlık maddenin enerjisi, karanlık yıldızların devasa boyutlara ulaşmasını sağlar. Ve sonuç olarak; süper kütleli kara deliklerin, bu devasa karanlık yıldızlar aracılığıyla olabileceği iddia ediliyor.
Fakat makul görünen bir teori daha var; bu süper kütleli kara deliklerin oluşumu, evrenin yaratılmasının ilk anlarında başladı. Evren, ilk anlarında daha dar alanda olduğu için madde daha yoğundu ve bu yüzden bu kara delikler oluşup böyle büyüyebildi. Buna göre bu ilk kara deliklerin oluşumu için yıldız aşaması gerekmiyordu; yani gaz bulutları, doğrudan çöküş olarak tanımlanan bir süreçle çok büyük kara delikler meydana getirmiş olabilirler. ‘Galaksi’ adını verdiğimiz yapıların da, yıldızların-maddelerin, oluşan bu süper kütleli kara deliklerin çevresinde bir araya gelmesiyle oluştuğu düşünülüyor. Bu yüzden bu süper kütleli kara deliklerin, evrendeki galaksilerin bir çoğunun merkezinde var olduğu tahmin edilmektedir. Astrofizikçilere göre kütlesi yeterince büyük olan her galaksinin merkezinde bulunurlar. [2] Mesela bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi’nin merkezinde olduğu düşünülen süper kütleli kara deliğin adı Sagittarius A*’dır.
Sonuçta elimizde, bu kara deliklerin nasıl bu kadar sürede bu kadar büyük hâle getirildikleri ile ilgili pek çok teori var. Süper kütleli kara deliklerin yaratılmasında, bu saydığım süreçlerden bir çoğu da geçerli olabilir. Nasıl olursa olsun sonuç aynı; maddeler-yıldızlar bunların etrafında bir araya geliyor, dönüyor. İncelediklerime göre anlıyorum ki bu süper kütleli kara delikler, galaksilerin mevcut durumda olmasının sebeplerinden biri. Galaksilerin bu şekilde oluşumuna vesile olmaları için yaratıldıklarını anlıyorum.
Her ne kadar, Bekenstein-Hawking Radyasyonu olarak adlandırılan sürece göre kara deliklerin de ömürlerinin olduğu ve ışıma yaparak çok çok yavaş şekilde kütle kaybettikleri gösterilse de [3], evrendeki en kararlı ve en uzun ömürlü gök cisimleridir -mikro kara delikler hariç-. Kara deliklerin tamamen kara olmadığı, yaydıkları bir şeylerin de olduğu ve böylece ölümlü oldukları gerçeğinin tespit edilmesi, pek çok insanı şaşırtmış olabilir.
Tekrar söz konusu fotoğrafa döneyim. Tabi bildiğiniz gibi fotoğrafta görmediğimiz şey, kara delik. Biz kara deliği etrafında oluşturduğu etki sebebiyle biliyoruz. Fotoğrafta görülen kısım, olay ufkunun çevresi. Olay ufku öyle bir bölge ki, o alanı geçen ışık bile artık geri kaçamaz. Olay ufkunu her ne geçerse geçsin artık geri dönemez, ulaşacağı yer kara deliğin merkezidir. Görselde göremediğimiz kısım sadece merkezi değil, olay ufkunun içini de göremiyoruz; hızı saniyede 299.792 km olan -elektromanyetik dalgalar bu hızla yayılır- ışık bile kaçamıyorsa neyi görebiliriz ki? Bizim gördüğümüz kısım, olay ufkunun çevresinde yörüngeye girmiş olan maddeler. Bu gazlar, kara deliğe yakın oldukları için çok büyük hızlarda dönüyorlar ve birbirleriyle etkileşimlerinden aşırı derecede ısınıyorlar.
Fotoğraf, doğrudan görüntü sağlayan optik teleskoplarla değil, farklı ülkelerdeki 8 radyo teleskobunun -sonradan daha fazla adete çıktığı da belirtiliyor- tek bir teleskop gibi çalıştırılmasıyla elde edildi. Olay Ufku Teleskobu (Event Horizon Telescope) ismi, tek bir teleskobun değil, tümünün adı; fakat tek bir teleskop gibi çalıştırılıyorlar. Buna “bir teleskop ağı” da diyebiliriz. Hedef, bu çapta üretilemeyen bir teleskobun yapacağı işlemi, bu şekilde uzak bölgelerdeki birçok teleskop ile yapmaya çalışmak. Arada boşluklar olduğu için de elde edilen görüntünün netliği bu kadar oluyor. Çeşitli farklı bölgelere daha fazla teleskop kurulursa, netlik de artacaktır. Gördüğümüz görüntü, olay ufkunun çevresindeki gazların yaptığı ışıma. Radyo dalga boyundaki bu ışıma, merkezde bulunmuyor; çünkü bu bir kara delik. Bilim insanları, radyo teleskopları ile alınan verilerin, gözle algılayacağımız halini bizlere göstermektedir.
Sonuçta bu gelişmelerle, Allah’ın yaratışındaki ihtişamlı sanatı anlamaya-düşünmeye-hissetmeye bir adım daha yaklaştığımız için çok heyecanlıyız.
“Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için gerçekten ayetler (deliller) vardır.” (Casiye Suresi, 13) [4]
“Gerçek şu ki, ben bir hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” (En’am Suresi, 79) [5]Onur Mustafa Ezber
Kaynaklar:
[1] NASA, “Black Hole Image Makes History; NASA Telescopes Coordinated Observations”, April 10, 2019, https://www.nasa.gov/mission_pages/chandra/news/black-hole-image-makes-history (Erişim tarihi: 24 Nisan 2019)
[2] Bilim ve Teknik, Sayı 618, s. 18, Mayıs 2019
[3] Dr. Enis Doko, ‘Bilimsel Gizemler ve Yalanlar’, Destek Yayınları, s. 319
-
KÜÇÜK YAPIDA TUTULANLAR DA VARLIĞIMIZ İÇİN VE FAYDAMIZA SUNULMUŞ
2.018 kere okunduGenelde onlara kısaca “asteroit” denilebilir, ama biz biraz daha açarak “Bize nimet kılınmaları amacıyla, Güneş Sistemi’nin yaratılışından bu yana bozulmaya uğramamaları için küçük yapıda tutulanlar” da diyebiliriz.
Evrende yaratılmış sistemin bir parçası olarak bu küçük yapıda tutulan gök cisimleri, gezegenler gibi, yıldız sistemlerinin etrafında bulunurlar. Aynı zamanda yaşam için her açıdan özel kılınmış gezegenimizin de çevresinde döndüğü yıldızımız Güneş’in etrafında, nasıl bir sistemle belli ölçü ve düzende tutulduğu, modern astronominin ve özellikle planetolojinin gösterdikleriyle daha iyi anlaşılmıştır. Bu ölçü, Dünya’da yaşamın var olması içindir.
Ölçünün sağlanmasına ise, özellikle Jüpiter gibi büyük kütleli cisimlerin de sebep edildiğini anlıyoruz. Sonuçta, var olmaları ve aynı zamanda belli ölçüde tutulmaları aynı amaca yönelik; Dünya’da canlılığın varlığı ve ayrıca insanların istifade etmesi için. Varlıkları, boyutları, hangi zaman diliminde hangi konumda bulundukları, yıldızımızın sınırlı ömrü içindeki durumları belirlenmiştir.
Güneş Sistemi’nin, bu anlamda bir bütün olduğu anlaşılmalı. Teknolojiyi geliştirebilmemiz, gerekli bilgilere ulaşabilmemiz ve bunları yapmamız için istifade ettiklerimizden aynı zamanda korunmamız!, hayranlık veren bir dengenin yaratılmasıyla mümkün olmaktadır.
Bugün anlaşılmıştır ki altın, kobalt, demir, manganez, molibden, nikel, osmiyum, palladyum, platin, renyum, rodyum, ruthenyum ve tungsten gibi teknolojik gelişmede çok önemli yeri olan ve yer kabuğundan çıkarılan elementler, asteroit yağmurları ile gelmiştir. Böyle olmasaydı, istifade edeceğimiz şekilde bu elementlere ulaşamazdık.
Çünkü gezegenlerin bünyelerinde bu elementler önceleri bulunsa bile merkezde kalırlar. Güçlü kütle çekimi ile beraber ilk dönemlerinde yüksek sıcaklığa sahip olmaları sebebiyle belli ağır elementler merkeze doğru çekilir, orada kalır, orada toplanır. Gezegen çok büyük olduğu, merkezi çok derin ve sıcak olduğu için de bu elementlere ulaşmamız mümkün olmaz. Çünkü zaten onlar bizim varlığımız için, bulundukları konumda farklı bir görevi yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Her özelliği ile yaşama özel kılınmış Dünya için bu durum, onu üstünde yaşanabilir kılan diğer yararlı etkileri oluşturuyor. Altımıza yerleştirilmiş sıcak sıvı demirin (dış çekirdektedir) konveksiyonu ile oluşturulan manyetik alan aracılığıyla, üstümüzden gelecek zararlardan (radyasyondan, Güneş rüzgârından) korunmaktayız. [1]
Nitekim Mars’ın atmosferinin aşırı ince olmasının ve sürekli seyrelmesinin sebebi olarak, gezegenin, Güneş rüzgârındaki yüklü parçacıklara karşı kalkan görevi görecek bir manyetik alana sahip olmaması gösterilmektedir. Çünkü Güneş rüzgârları, savunmasız olan Mars’ın atmosferine doğrudan ulaşarak, atmosferini oluşturan gazları sürekli gezegenden uzaklaştırır. [2]
Sonuçta; ağır elementlerin, -Dünya’da olduğu gibi diğer şartların da eksiksiz olmasıyla beraber- gezegenin merkezinde hayati görevleri var. Ancak gezegene, orada yaşayacak varlıkların ulaşıp istifade edebilecekleri yoğunlukta söz konusu elementlerin yerleşmesi ise, küçük tutulan gök cisimleri ile sonradan indirilerek sağlanmaktadır. Düşünün, onlar bu aşama için özellikle küçük tutulmuşlar ve bir kısmı, Dünya’nın soğuması için biraz bekletildikten sonra belli ölçüde Dünya’ya indirilmişlerdir.
Anlayabildiğimize göre, yaklaşık 4 milyar yıl önce yer kabuğu sıvıya yakın bir hâldeyken, çekim kuvveti ile ağır elementler Dünya’nın merkezine doğru çekildi. Sonradan küçük tutulan yapıların (asteroitlerin) çarpmasıyla yer kabuğu, bizim bugün ulaşıp istifade edebileceğimiz şekilde yine belli metaller ile doldurulmuş oldu. [3]
Araştırmalar aynı zamanda, bugün yeryüzünde bulunan suyun büyük kısmının da, Dünya’daki dengenin sağlanması için ve dolayısıyla yaşam için yeterli olacak miktarda, ‘küçük yapıda tutulanlar’ olarak tarif ettiğim asteroitler ve kuyruklu yıldızlar ile sonradan indirildiğini göstermektedir. [4]
Araştırmacılar artık, asteroitlerle kuyruklu yıldızlar arasında olduğu kabul edilen farkın, aslında çok az olabileceğini düşünmekte ve asteroitlerde, eskiden tahmin edilenden çok daha fazla su bulunduğunu ifade etmektedirler.
Mezkûr elementler ve bileşikler, küçük tutulan yapılarda ‘sonradan ve gecikmeden’ indiği için faydalı oldu. Eğer bu yapıların belli bir kısmı, Dünya’nın ilk sıcak anlarından sonra biraz bekletilip indirilmeseydi, zamanından önce inen o ağır elementler yine merkeze çökecekti. Su molekülleri ise yeterli kütlenin -dolayısıyla çekimin- olmaması ve sıcaklık sebebiyle yine Dünya’dan uzaklaşacaktı. Çünkü Dünya’nın, suyu buharlaştırarak uzaklaştırmayacak ölçüde soğuması ve üstünde tutacak ölçüde kütleye ulaşması, belli bir zaman almıştır.
O element ve moleküllerin, aşırı büyük yapılarla inmesinin de bir faydası olmayacaktır. Çünkü belli zaman aralıklarıyla böyle ayrı ayrı küçük yapıların yerine daha büyük yapıların Dünya’ya çarpması durumunda Dünya eski haline dönecek, kurulan sistem başa dönecekti. Bu sefer de Dünya’nın düzenlenmesi ancak yıldızımızın ölüm zamanına yakın dönemde tamamlanacaktı. Tabi artık Dünya, yaşam için şu an sahip olduğu pek çok özellikte de olmayacaktı. Her detay, belli bir ölçüyle ve en uygun zamanda yaratılmış durumda.
Bahsettiğim üzere asteroitlerin büyük kısmı, Güneş Sistemi’nin ilk oluştuğu zamanlardan hemen hemen hiç bozulmaya uğramadan kaldığı için, bize geçmişe dair çok önemli bilgiler de veriyorlar. Dünya, yaratıldığından bu yana üzerinde çok fazla su hareketleri, rüzgâr hareketleri ve yapısal değişimler meydana geldi. Fakat asteroitler küçük oldukları için üzerlerinde, gezegenlerde olduğu gibi çok büyük değişimler yaşanmadı. Zaten bu gök cisimlerinin kütleleri -dolayısıyla kütle çekimleri-, atmosferi (belli sıcaklık aralığında gaz halinde kalan maddeleri) tutabilecek ölçüde olmadığı gibi, küre şeklini almalarını sağlayacak kadar da güçlü değildir.
Bozulmadıkları için, Güneş Sistemi’nin tarihi ile ilgili en sağlam bilgilere ulaşabilmemize sebep olacak bu yapılar, adeta değişmemeleri için de ayrı ayrı ve küçük yapılarda tutulmuş. Bilgi edinme anlamında, hatta fiziksel olarak (asteroit madenciliği ile) istifade edebileceğimiz birer kaynak durumundadırlar, yani nimettirler. [5]
Geçmişte Dünya’mıza çarpmış olmaları bizim için şu an nimet oluyor iken, şimdi de bu çarpmaların azalması nimet olmaktadır. Hatta bugün, güçlü kütle çekimi sebebiyle çoğunlukla bu gök cisimlerinden korunmamıza vesile olduğu anlaşılan Jüpiter’in, geçmiş zamanlarda asteroit ve kuyruklu yıldızların belli bir dönemde Dünya’mıza daha çok çarpmasına sebep olduğunu ifade eden araştırmacılar da var. Geçmişte, içi su dolu asteroitlerin, Jüpiter’in bir şekilde yönlendirmesiyle Dünya’ya ulaşmış olabileceği öne sürülüyor. Elbette bu konuyla ilgili bilimsel araştırmalar devam etmektedir.
“Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için gerçekten ayetler (deliller) vardır.” (Casiye Suresi, 13)
“Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur.” (Lokman Suresi, 20)
Onur Mustafa EzberKaynaklar:
1- Dr. Mahir E. Ocak, “Gezegenlerin Manyetik Alanları ve Yaşam”, 22.03.2019, http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/gezegenlerin-manyetik-alanlari-ve-yasam (Erişim tarihi: 20 Nisan 2019)
2- Dr. Mahir E. Ocak, “Güneş Rüzgârı Nedir?”, 04.01.2016, http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/gunes-ruzgari-nedir (Erişim tarihi: 20 Nisan 2019)
3- University of Toronto. “Geologists Point To Outer Space As Source Of The Earth’s Mineral Riches.” ScienceDaily, 19 October 2009. https://www.sciencedaily.com/releases/2009/10/091018141608.htm (Erişim tarihi: 20 Nisan 2019)
4- University of Warwick. “Fresh evidence for how water reached Earth found in asteroid debris”, 7th May 2015. https://phys.org/news/2015-05-fresh-evidence-earth-asteroid-debris.html (Erişim tarihi: 20 Nisan 2019)
5- Dr. Enis Doko, “Uzayda Devrimin Ayak Sesleri”, https://bilimoloji.com/2018/09/astronomi/uzayda-devrimin-ayak-sesleri (Erişim tarihi: 20 Nisan 2019)