• Bilimsel Araştırma

    BİLİMİN İNSANLARA FAYDALI OLMASINI SAĞLAYAN, BİLİMİN KENDİSİ DEĞİLDİR

    1.274 kere okundu



    Bilim, bize ahlaki konularda rehberlik sağlamaz. Doğa bilimleriyle ilgilenerek atomun nasıl parçalanacağını öğrenebiliriz. Ama doğa bilimleri bize “şimdi bu bilgilerden yararlanarak bir bomba yapıp o bombayı Hiroşima ve Nagazaki’deki masum insanların üzerine atmayın” demez.

    Veya bilim bize, “daha verimli ve net bilimsel sonuçlar elde etmek için Hitler Almanyası’nda Doktor Josef Mengele’nin yaptığı gibi insanlar üzerinde korkunç tıbbî deneyler yapmayın” demez.

    Doktor Josef Mengele’nin insanlar üzerinde yaptığı korkunç deneyler, bilim adına müthiş bir ilerleme olarak görülüyordu. Çünkü deneyler doğrudan insanlar üzerinde yapılıyordu. Bilimin dışında güvenilir bir bilgi kaynağı olmadığını ve insanlığı geliştirecek olanın sadece bilim olduğunu düşünen biri, elbette bu deneyleri insanlığın gelişmesi için çok yararlı bulacaktır.

    Hatta bugün, Doktor Mengele’nin deneylerinin, nelere faydalı olduğunu anlatanlar mevcut. Bu zihniyete sahip olanlar, insanlık için elbette büyük bir tehlikedir.

    Doktor Mengele, ekibiyle, deneyleri için işe yarayacağını düşündüğü insanları seçiyor, diğerlerini ise gaz odalarında öldürülmeye gönderiyordu. Dr. Mengele’nin ve diğer doktorların deneylerinde binlerce insan vahşice öldürüldü ve ciddi şekilde sakat bırakıldı. Burada, en azından bilgi amacıyla çok ağır olmayan bazı fotoğrafları görebilirsiniz; https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/gallery/nazi-medical-experiments-photographs

    Dr. Mengele, özellikle ikizler üzerinde çalışmaya önem veriyordu. İkizlerden birinin kanını ve organlarını diğerine naklettiği ve bazılarını öldürerek iç organlarını detaylı şekilde incelediği bilinmektedir.

    Göz renginin kalıtsal olarak değiştirilip değiştirilmeyeceğini ölçmek için esirlerin gözleri üzerinde acı verici işlemler yaptı. O insanların büyük kısmı elbette kör oldu. Deneyde artık işe yaramayacağını düşündüklerini zaten gaz odalarında ölüme gönderiyorlardı.

    İnsanların basınca ne kadar dayanabileceğini ölçmek için denek olarak kullandıkları insanları basınç odasına sokuyor ve iç organları patlayana kadar basınç uyguluyorlardı.

    İnsanların soğuğa ne kadar dayanabileceğini ölçmek için içi buz dolu küvete sokuyorlar ve ölene kadar bekletiyorlardı. Deneyi yapan doktorlar, bütün sonuçları titizlikle kaydediyordu.

    Çocuklara ciddi hastalıkların mikroplarını enjekte ederek ne kadar dayanabileceklerini ölçtüler. Yaptıkları araştırmaların sonuçlarını diğer bilim insanlarına da gönderdiler.

    Deneylerinde binlerce insan vahşice öldürüldü veya ciddi şekilde sakat bırakıldı. Bu korkunç deneylerin tamamını, detaylarını ve sağ kurtulan çocukların anlattıklarını burada aktarmayacağım dileyenler araştırabilir.

    ***

    Bilimsel bilgilerden yararlanılarak üretilen ilaçlar, bilimsel bilgilerden yararlanılarak üretilen binbir çeşit silahı görmemize engel olan at gözlüğü işlevi görmemeli. İlaç, bize faydalı olmasını istediğimiz bir şey, yapılanları göremeyecek kadar şuursuzlaştıran bir şey değil.

    Bilimi tek başına gelişmenin kaynağı olarak görmek, bilimsel bilgilerden yararlanılarak silah üretilmesini de gelişmenin parçası olarak görmektir. Bilimden istifade edilerek üretilen ilacı sana satıyor olmaları, yine bilimden istifade edilerek üretilen kimyasal silahı diğer bir insanın öldürülmesi için karşı tarafa satmalarına engel olmuyor.

    Bilim yaptıktan sonra geliştirilen teknolojiyle insanlığın bir bölümüne (maddi imkanı olanlara, sömürülmeyenlere) fayda sağlandı, fakat dikkat ederseniz insanlığın daha büyük bölümüne ve hatta diğer canlılara ise büyük acılar ve yıkım getirdi. 1. ve 2. Dünya Savaşı su tabancasıyla yapılmamıştı.

    Teknoloji, teknolojiyle öldürülmediğin ve sömürülmediğin kadar istifade ettiğin bir şey. Şu anda, zengin ile fakirin hayatı arasında, daha fazla fark oluşturan bir şey.

    İnsanlara acı ve yıkım getirecek zararlı üretimlerin yapılmamasını ancak din emreder, bilim değil.

    Bilim aracılığıyla sahip olduğumuz şey, bilgidir; doğayla ilgili bilgi. Öğrenilen bilgilerin ve bu bilinenlerle yapılacak üretimlerin insanlara zarar vermeyecek şekilde yönlendirilmesini emreden, dindir (İslam). Masum insanlara zarar vermeyi yasaklayan, yardımlaşmayı ve iyiliği emreden her Kur’an ayeti, Müslümanları, insanlığa sadece zararsız üretim yapmaya mecbur eder.

    “İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Mâide Suresi, 32)

    “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.” (Fussilet Suresi 34-35)

    “Onlar, bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanları affedenlerdir. Allah, muhsinleri/iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân Suresi, 134)

    “Onların mallarında dilenip isteyen ve mahrum olan için de bir hak vardı.” (Zariyat Suresi, 19)

    Bugün, bilimden istifade edilerek üretilen silahlarla masum insanlar öldürülüyor. Amaç para kazanmak ve çıkar ise, bu silahlar satılarak çok büyük paralar zaten kazanılıyor. Amaç para kazanmak ve çıkar ise, yine bilimin ortaya koyduğu bazı verilerden istifade edilerek geliştirilen fabrikalarda, insanları bağımlı yapıp mahveden sigaralar çok daha hızlı üretilerek para kazanılıyor. Silah ve sigara dışındaki örnekleri vermeyi size bırakıyorum.

    Kazanç elde etmek için sadece yararlı olanı üretmek gerekli değil. Bilim de bize, neden insanlar için sadece yararlı olanı üretmemiz gerektiğini söylemiyor; onu söyleyen, bilimden farklı bir kaynak.

    Yeterli parası olanlar, şimdi bilimin getirdiği teknoloji sayesinde şahane bir cep telefonu kullanıyor diye Afrika’daki insanlar her gün parti yapmıyor; Onlar, kaynakları yetersiz olduğu için veya yetenekleri olmadığı için değil, “medeni” denilenlerin teknolojiden de yararlanarak yaptıkları sömürüler yüzünden ölüyorlar.

    Bilimin insanlara faydalı olmasını sağlayan şey, bilimin kendisi değildir; ahlaktır. Kişinin her şartta güzel ahlaklı olmasını emreden ise dindir (İslam).

    Bu konuyu anlatmak için hazırladığım video burada; youtube.com/watch?v=VPxCAi_xT6I

    Onur Mustafa Ezber

  • Kitaplardan Faydalı Alıntılar

    Fuat Sezgin-Sefer Turan söyleşisi, “Bilim Tarihi Sohbetleri”, Pınar Yayınları, 2. Baskı, Şubat 2019

    1.135 kere okundu

    “Bilim Tarihi Sohbetleri” adlı bu kitap, bilimler tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin’in Sefer Turan ile yaptığı söyleşileri içeriyor. Burada kitaptan, Fuat hocamızın bazı sözlerini aktardım. Sefer Turan’ın sözleri nadiren geliyor, o kısımlarda soyadları da belirtilmiştir.

    “Bakın dün Frankfurt’taydım ve Berlin Üniversitesi’nden bir profesör geldi asistanıyla birlikte. Kendisi bilimler tarihçisi değil. Benim 5 ciltlik kataloğumu görmüş. Optik cildini okuduktan sonra bu senenin sonuna doğru “İslâm’da Optik” konulu bir kongre düzenlemeye karar vermiş. Beni haberdar etti. Bana bir mektup yazdı, “her şeye rağmen hâlâ ümidimi kesmeyeceğim, size geleceğim” dedi ve geldi. Çok sempatik bir adamdı. Asistanlarımdan birine müzeyi gezdirmesini söyledim. İki saate yakın müzeyi gezdikten sonra bana geldi, dehşete düşmüştü. Ben, kataloğuma rağmen bunların ona bu kadar tesir edebileceğini zannetmiyordum, tahmin etmiyordum. Müthiş heyecanlanmıştı. Bu, 65 yaşına girmiş akıllı bir profesörün heyecanı. Bu zannedersem size birçok şeyi ifade eder.” (s. 34) 

    “Müslümanlar Hicri 2. yüzyılda kimya ilmini bir tecrübî ilim olarak kurdular. Bunu kuran adam büyük bir şahsiyet, büyük bir bilim adamıydı: Cabir İbni Hayyan. Cabir İbni Hayyan’ın kitapları 12. yüzyılda Avrupa’ya intikal etti, ona Geber diyorlardı. (Onun Latinlerin kafasındaki hayale dayanan bir resmi vardır. O resmi de müzenin duvarlarında asılı olarak göreceksiniz.) Bu adamcağız kimya ilminde öyle bir ilerleme kat ediyor ki ancak ondan sonra 18. ve 19. yüzyılda ona ilave edilebilecek yeni bazı kıpırdamalar görüyoruz. Bunun yüzlerce misali vardır. Çoğu benim o kataloğun 1. cildindedir.” (ss. 37-38)

    “Müslümanlar 15. yüzyılda Afrika’nın doğusuyla Sumatra arasındaki mesafeyi bugünkü gerçeğe aşağı yukarı tamamıyla uyacak şekilde hesaplayabiliyorlardı, düşünün. Evet. 6.600 kilometrelik mesafeyi hesaplayabiliyorlardı. Bunun altında müthiş metotlar vardı. Onu da kitaplarımda bulacaksınız, o ne müthiş bir şeydir. Bu, Avrupa’da ancak 20. yüzyılın birinci yarısında mümkün olmuştur.” (s. 38)

    “10. yüzyıldan itibaren Bizanslılar Müslümanlardan bilimleri alıyorlar, tercüme ediyorlar Yunanca’ya… Ancak ne diyorlar biliyor musunuz? Müslümanların yeni şeyler keşfettiklerinin farkında bile olmadan, umursamadan: ‘Bunlar hâlâ bizim, Yunanlıların bilimleri’ ” (s. 41)

    Sezgin: “Avusturyalı büyük bir bilgin vardı, diyor ki: ‘Yunanların bilimler tarihinin başlangıcında değil gelişmesinin ortasında olduğunu söylediğimiz zaman büyük hücumlarla karşılaşıyoruz!’ Bu fikir hâlâ devam ediyor. Belki yavaş yavaş değişmeye başladı ama o değişmeyen kafaların yanında değişme oranı çok küçük kalıyor.”

    Turan: “Yani Müslümanların bilime katkısını hâlâ kabul etmiyorlar.”

    Sezgin: “Aslında bizim Türklerin bir kısmı da kabul etmek istemiyor! Gerçekten enteresan, inanmak istemiyorlar.” (ss. 55-56)

    “Almanya’da Müslümanların bilimler tarihindeki yerini bilen insanlar Türkiye’de bilenlerden sayıca fazla. Alman bir felsefeci Hanım Sigrid Hunke, Batı’nın Üzerine Doğan Allah’ın Güneşi kitabının sahibi, okudunuz mu, bilmiyorum? Kendisi oryantalist olmamasına rağmen bu çok akıllı kadın oryantalistlerin müspet tespitlerine dayanarak çok mühim bir kitap yazdı. Bu kitap Japonca’ya, Arapça’ya, Fransızca’ya tercüme edildi ama İngilizce’ye tercüme edilmedi. Ve bu kitap Türkçe’ye de tercüme edildi.” (s. 56)

     “…Alman televizyonlarından biri “Dünyanın Mucizeleri” adlı bir programda bizim müzenin otuz dakikalık kısa bir filmini yaptı. Programın yapımcısı bu programdan dolayı ölüm tehditleri aldı. Bize tehdit gelmedi ama o adamcağız, “Bu işe girerseniz hayatınız tehlikeye girer!” diye tehditler aldığını bize anlattı. Alman bilginlerinin, İslâm bilginlerinin başarılarını tanıma hususundaki bilgilerimizin gelişmesinde çok büyük katkıları vardır. Ama öbür tarafta da böyle bir taassup var!” (ss. 56-57)

     “Müslümanlar 16. yüzyılın ortalarına kadar bilimde Avrupalılara nispetle daha ilerdeydiler. Fakat Avrupalılar Müslümanlardan bilgiyi 10. yüzyıldan itibaren aldılar. Bu alış merhalesi tam 500 yıl sürdü. Bizim Türklerin çoğu bunu bilmezler.” (s. 57)

    “Birkaç ay evvel araştırmalarım arasında, bir Alman bilgininin bir tespitine rastladım, şunu söylüyor ki benim için çok önemli, bunu kitabımda da kullanacağım. İslâm coğrafyasından hiç haberleri yok, kendi kendilerine münakaşa ediyorlar. Evet, adam diyor ki: “İnsan Avrupa kıtasının coğrafyasını araştırdığı zaman görüyor ki 18. yüzyıla kadar sadece İspanya’nın coğrafyası var. Diğerlerinin; Almanya’nın, Fransa’nın coğrafyası falan yok.” Bunu 1982’de bir Alman bilgini söylüyor. Acaba neden İspanya’nın coğrafyası var da diğerlerinin yok? Çünkü İspanya’da Müslümanlar yaşıyordu da ondan. Evet, gerçekten çok enteresan bir şey… Avrupa kıtasının haritasını yani Fransa’nın, Almanya’nın, İsveç’in gerçek enlem-boylam derecelerine dayanan haritalarını ne zaman yaptılar biliyor musunuz? 1850 senesinden sonra!” (s. 66)

     Turan: “Peki İslâm dünyasında ilk harita ne zaman yapıldı hocam?”

    Sezgin: “9. yüzyılın başından itibaren enlem boylam derecelerine dayanan haritalar yapmaya başladılar. Ve müthiş bir şekilde de yaptılar! Öylesine müthiş bir şekilde yaptılar ki mesela Yunanlılarda Akdeniz’in uzunluğu 62-63 dereceydi. Bunu Müslümanlar daha 9. yüzyılda 10-11 derece tashih ettiler, 52-53 dereceye indirdiler. Esasında uzunluk 42 derecedir. 11-12. yüzyılda yeni bir hamleye girdiler ve bunu 44 dereceye indirdiler. Bizim Osmanlı âlimleri de enlem-boylam dereceleriyle haritalar yapıyorlardı. Ben şimdi onların haritalarını toplamaya çalışıyorum, müthiş neticeler çıktı ortaya. Bakıyorsunuz Anadolu haritalarını, Balkan haritalarını o kadar mükemmel yapmışlar ki, maalesef bu gerçek bugüne kadar bilinmiyor.” (ss. 66-67)

    “Kataloğumun 1. cildinin üçüncü faslında George Sarton denen büyük bir bilim adamından bahis var. Bir bilim tarihçisi… Ben sadece İslâmî bilimler tarihini yazıyorum. Bu adam, bütün kültür dünyalarının bilim tarihlerini yazacak kadar cesur bir adam. Çok hürmet duyduğum insanlardan biri. Oryantalistlerin İslâm bilimlerine dair müspet tespitlerini ilk defa bilimler tarihine sokan kişi. Böyle büyük bir adam, İslâm bilimlerini çok iyi biliyor. Diyor ki: ‘Bu, İslâm bilimlerinin mucizesi. Bu mucizenin sebeplerini ben çözemedim’ diyor.” (s. 74)

    “Biz okulda, lisede hocalarımızdan yanlış, haksız hikâyeler duyardık. Ben ilkokula gittiğimde okulun ikinci haftasında benim süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: “Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar.” Ben bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Ben bu bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter’in sayesinde etütlere girdim, gerçekleri gördüm. Frankfurt’taki çalışmalarımdan sonra baktım ki Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Bîrûnî dört mevsimin süresini tutuyor, ondan sonra bunu diferansiyel matematikte çözüyor. Bunları öğrendik. Bu bilgiyle benim hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum.” (s. 75)

    Sezgin: “O günler şöyle bir kararım da vardı: Yarım gün gidip bir yerde inşaat işçisi olarak çalışacaktım. Ondan sonraki yarım gün ve geceyi kitabımı yazarak geçirecektim.”

    Turan: “Yarım gün inşaat işçisi olarak çalışacaktınız, geriye kalan zamanınızı da bilime ayıracaktınız!”

    Sezgin: “Evet öyleydi. Bu düşünce bana müthiş bir kuvvet veriyordu! Uçuyordum biliyor musunuz?” (s. 85)

    “Ben 7. ciltte ilk defa İslâm meteoroloji tarihini yazdım. Yani böyle bir şey hiç yoktu. O meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki Avrupa’nın 18., 19. yüzyılında vardıkları neticelere Müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela “rüzgâr nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?” gibi bu türden meteorolojik meseleleri Müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı. Mesela rüzgârın nasıl ortaya çıktığı meselesini Avrupalıların modern bilimler tarihi, Immanuel Kant’a dayandırır. Ama Müslümanlar bunu daha önceden en mükemmel şekilde hem de 9. yüzyılda biliyorlardı. Meteoroloji tarihi bu bakımdan son derece mühimdir derim.” (ss. 95-96)